teskavlogo
Blog single photo

BİR İDEAL OLARAK MİSÂK-I MİLLÎ’NİN İLÂNI VE ANLAMI

Bu bildiri, esas itibariyle Misâk-ı Millî hakkında kışkırtıcı gelebilecek şu iki sorunun analitik tarzda cevabını aramaya çalışacaktır:
    1. Misâk-ı Millî beyânnâmesi, içerik açısından tamamen Erzurum ve Sivas kongreleri beyânnâmelerine mi dayanmaktadır? 
    2. Yine Millî Mücadele literatürüne bakıldığında, Misâk-ı Millî beyânnâmesi’ne temel teşkil edecek olan Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’dan gönderdiği belge ortada yoktur. Acaba, gerçekten bu belge  ortada yok mudur?
    3. Gerçek Misâk-ı Millî beyânnâmesini nasıl tanımlamalı ve anlamalıyız.?
    4. Bugün için Misâk-ı Millî’nin anlamı var mıdır?


Bilindiği gibi, ya da herhangi bir Millî Mücadele Tarihi kitabını açtığımızda görmekteyiz ki, Misâk-ı Millî, Erzurum ve Sivas kongreleri beyannamelerine dayanmaktadır. Ancak, tarihi olayları, o  dönemde ortaya konmuş belgeler ışığında bir süreklilik içinde değerlendirdiğimizde, durumun hiç de öyle olmadığı kolaylıkla anlaşılacaktır. Bunu daha açık deyimle söylersek,  Ocak 1919’da başlayan Paris Barış Konferansı’na yönelik Osmanlı Hükümeti’nin bakışını yansıtan belgeler, incelenmeden Misâk-ı Millî’nin gerçek mahiyetini, kaynaklarını doğru anlamak mümkün değildir. 
Bu bağlamda ilk başvurulacak belge,  Paris Barış Konferansı’na Osmanlı Devleti’nin 23 Haziran 1919’da sunduğu muhtıradır1. Bu muhtıranın adı müdafaanâme’dir.  Her ne kadar bu muhtıra, Damad Ferid Paşa’nın 17 Haziran 1919’da “kendiliğinden”yaptığı konuşma2 ile karıştırılarak yerle ve yabancı yazarlarca fazla ütopik bulunarak eleştirilmiştir3. Oysa 23 Haziran muhtırası yine eleştirilmişse de içeriği incelendiğinde Misâk-ı Millî beyânnâmesi ile büyük benzerlikler taşıdığı görülecektir. Bu benzerlikler, sınırlar, Boğazlar borçlar  ve kapitülasyonlar ile ilgilidir. Sadece muhtırada, Misâk-ı Millî’den farklı olarak  azınlıklardan bahsedilmemektedir.  
Her şeyden önce hem  23 Haziran 1919 tarihli  muhtıra ve hem de  Misak-ı Millî  beyânnâmesi’nin tek uluslar arası meşruiyet kaynağı/dayanağı Wilson ilkeleri idi. Buna bütün Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri dahildir. Çünkü I.Dünya Savaşı sonrası galip devletlerin çıkarlarına göre kurulmaya çalışılan uluslar arası düzenin meşruiyet kaynağı Wilson ilkeleridir. Adeta bu husus bir zorunluluktur
Her iki belge arasında ikinci benzerlik sınırlarla ilgilidir. Gerçekten 23 Haziran 1919 muhtırası, Misâk-ı Millî beyânnâmesi’nde “kriter” olarak ortaya konan sınır meselesinde adetâ  bir açılım sağlamakta ve bugüne kadar yapılan “Misâk-ı Millî’de kasdedilen sınırlar neresiydi?” tartışmalarına son vermektedir. Üstelik 23 Haziran muhtırasında sınırlar, “yeni Türkiye’nin sınırları olarak adlandırılmakta ve çerçevesi verilmektedir:
“…garben Gümilcine livâsı dâhil olmak üzere Balkan harbinden mukaddem mevcûd bulunan Türk-Bulgar hatt-ı hudûdu, şimâlen Karadeniz, şarkan Evliye-i Selâse dâhil olmak üzere Türklerle meskûn mahalleri muhtevî olarak Poti cenûbundan başlayûb aşağıda izâh olunacağı vechile Ermenistan içûn tâ’yîn olunacak hudûd ve sâbık İran hudûduyla mahdûd bulunacakdır. Cenûben hudûd Türk-Arap hatt-ı fasl-ı millîsi olan Kerkük livâsından başlayarak Musul, Re’sû’l-ayn ve Haleb’den geçerek Lazkiye’nin şimâlinden bulunan İbn-i Hani burununda  Bahr-i Sefîd’e mülâki olacaktır. Bu hudûd dâhilinde kalan arâzi payi-tâht-ı saltanatı teşkîl eden İstanbul ile beraber Vilson prensiblerine müsteniden Türk hâkîmiyet-i milliyesi vatanı olacaktır.” 
Demek istiyorum ki, 23 Haziran muhtırasının 3.maddesinde yer olan bu sınır, Misâk-ı Millî beyânnâmesi’nin , birinci, ikinci, üçüncü ve maddelerini kapsamakta; orada ya kriter olarak belirtilen ya da açıkça yazılan maddelerle aynı anlamı içermektedir. Ayrıca 23 Haziran muhtırası, sadece sınır tanımlaması yapmamış; bu sınırın hangi  gerekçeyle hayatî olduğunu da ortaya koymuştur. Muhtıraya göre   bu sınırlar içinde hukuk hakimiyetinin sağlanması, ancak, Türklerin yaşadıkları bu yerlerin “vahdet-i milliye ve istiklâl-i siyasisinin” mutlak suretde korunmasıyla mümkündür.
Bundan başka  sınırlar konusunda 23 Haziran 1919 tarihli muhtıranın Misâk-ı Millî beyannâmesi ile benzerliği İstanbul ve Boğazlarla ilgili hükümleridir: Nitekim bu husus, muhtıranın 10.maddesinde “Vilson prensiplerinin Devlet-i Aliyye’ye müte’allik on ikinci maddesinin fıkra-i sâniyesinde Çanakkal’a ve Karadeniz boğazlarının küşâdı taleb olunmaktadır. Hükümet-i Seniyye pay-ı tahtın emniyetine müte’allik tedâbir-i tedâfü’iyyenin ittihâzı şartiyle hâl-i harb ve sulhda bir sûret-i dâ’imede Boğazlar’dan milel-i cihânın serbestî-i seyr ü  seferini te’mîn eylemeğe müheyyâdır.”   Şeklinde yer almaktadır ki, içerik bakımından Misâk-ı Millî’nin dördüncü maddesiyle aynıdır.
Sözkonusu aynîlik, kapitülasyonlar ve borçlar sözkonusu olduğunda da geçerlidir.23 Haziran muhtırasının sekizinci maddesinde  Türkiye’nin gelecekteki  hayatı açısından malî ve iktisadi bağımsızlığa ulaşması için  kapitülasyonların kaldırılmasının gerekliliği vurgulanmıştır. Aksi halde “Türkiya, menâfî-i iktisadiyesinin kasden ve hiçbir sebeb-i meşrû’a müstenid olmaksızın Avrupa menâfi’ine fedâ edilmesi demek” anlamına geleceği belirtilmiştir. Aynı şekilde borçlar konusunda da muhtırada (9.madde) “ Hükûmet-i Seniyye, ta’yîn ve tahdîd edilecek hudûd dâhilinde meskûn ahâliye nisbeten hissesine düşecek borçlarını alacaklılariyle bi’l-i’tilâf nâmûs-kârâne ödemeğe ve bütün mesâ’îsini bu cihete sarf eylemeğe müheyyâdır. Bu husûsda düvel-i mütemeddine-i garbiyyenin müzâheret-i mâliyelerini temenni eyler” denilmektedir ki, Misâk-ı Millî’nin altınca maddesine karşılık gelmektedir.
Genel çerçevede 23 Haziran muhtırasını değerlendirdiğimizde, muhtıranın 11.maddesindeki hükümlerden hareketle, Türkiye’nin bir “talepler paketi” olduğunu görmekteyiz. Bunu Osmanlı Devleti’nin devam eden Paris Barış Konferansı’na sunduğu “barış şartları” olarak da okumak mümkündür. Bu bağlamda muhtıra, sözkonusu talepler yerine geldiğinde yeni Türkiye’nin devlet ve millet olarak gelişmeye istekli Milletler Cemiyeti’nin üyesi olacağını taahhüd etmektedir. Bundan dolayı 23 Haziran muhtırası, bir “taahhüdname” dir. Nitekim muhtıranın 11.maddesi, bizi doğrular niteliktedir:
“….Nihâyet işbû metâlibin is’af-ı halinde yeni müstakil ve temeddüne hâhişger bir Türkiya’nın temelli kurulacağına kâni’ olan hükümet-i seniyye, Türklerin ba’de-mâ manzûme-i düveliye arasında istihsâlât-ı umûmiyyeye iştirâk eden sulh-perver, çalışkan ve Cem’iyyet-i Akvam’a dühûle şâyân bir millet hâlinde sarf-ı mesâ’î ile düvel-i garbiye-i gâlibe ve mütemeddineye ile’l-ebed minnet-dâr olarak yaşayacağını beyân ile iktisâb-ı fahr ü mübâhat eder”4
Dikkat edilirse bu sözler, talepler yerine getirildiğinde “yeni bağımsız ve medenileşmeye istekli bir Türkiye”nin temelli kurulacağı ve böyle bir Türkiye’nin Batılı Devletlerle uyumlu olarak birlikte yaşabileceği düşüncesine işaret etmektedir. Farklı bir şekilde ifade edilmesine rağmen bu düşüncenin, Misâk-ı Millî beyânnâmesinde de var olduğunu düşünüyorum. Bunu anlamak için  hem Misâk-ı Millî beyânnâmesi hazırlıklarını ve  hem de beyânnâmenin başlangıç kısmını okumak gereklidir.   Bilindiği gibi Misâk-ı Millî beyânnâmesi, Osmanlı Meclis-i Meb’ûsânı’nın eseridir. Bundan dolayı, beyânnâmenin başlangıç kısmı “Osmanlı Meclis-i Meb’ûsânı a’zâları” diye başlamaktadır. Devamında ise “istiklâl-ı devlet ve istikbâl-i  milletin haklı ve devamlı bir sulha nâ’iliyet içûn ihtiyâr edebileceği fedâkarlığın hadd-i a’zâmisini mutazammın olan esâsât-ı mezkure hâricinde pâyidar bir Osmanlı saltanat ve cem’iyyetinin devâm-ı vücûdu gayr-ı mümkün bulunduğunu kabûl ve tasdîk eylemişlerdir” denmektedir.  
Kısaca ifade edersek, Osmanlı Mebusan Meclisi üyeleri, devletin bağımsızlığı yolunda haklı ve kalıcı bir barışa ulaşmak için yapabilecekleri fedakarlığın en üst sınırının beyânnâme şartları olduğunu bildirmektedirler. Bu yönüyle Misâk-ı Millî beyânnâmesi de “Osmanlı Devleti’nin barış programı”dır. Unutmayalım ki, bu beyannâme,  Türkiye’nin geleceğinin tartışıldığı, paylaşma hesaplarının yapıldığı  ve bu arada da payitaht İstanbul’un uluslar arası devlet haline getirilmesi ile Boğazların bekçiliğinin Türklerden alınmasının konu edildiği bir dönemde hazırlanmış ve bütün dünyaya açıklanmıştır.
Bu kadar benzerliğin dışında sadece azınlıklar konusunda muhtırada bir bahis bulunmamakta ve buna karşılık  Adalarda bir nüfus mübadelesinden sözedilmektedir. Oysa Misâk-ı Millî’nin beşinci maddesi azınlıklar konusunda mütekabiliyeti öngörmektedir.
Bütün bu anlatılan içinde, Misâk-ı Millî’ye katkı anlamında Erzurum ve Sivas kongrelerinin hiç mi  rolü bulunmamaktadır?   Elbette rolü vardır. Bu rol sınır kriterinin belirlenmesinde göze çarpmaktadır. Erzurum kongresi beyannamesinin birinci maddesi, hangi Osmanlı vilayetlerinin “yekdiğerinden ve Camia-i Osmaniyye’den ayrılmazlığı”na işaret ederken altıncı maddesi ise daha belirgin bir şekilde “Mondros mütarekesi imzalandığında sınırlarımız içinde kalan ve her bölgesinde olduğu gibi” denilerek çoğunluğunu Müslümanların meydana getirdiği Doğu Anadolu vilayetlerinin “birbirlerinden ve anavatandan ayrılmazlığı” vurgulanmıştır5. Bundan dolayı Erzurum kongresi beyannamesi, insan unsurunun tanımlanması açısından hem Sivas kongresi beyannamesi ve hem de Misâk-ı Millî beyânnamesinin birinci maddelerine benzemektedir. Bütün bu belgelerde geçen insan unsurunun adı, “Cami’a-i Osmaniye” ya da “ Osmanlı İslam”dır. Ayrıca, sınır konusunda ise anlaşılır şekliyle söylersek,  “Mondros mütarekesi imzalandığında” denmekte ve mütareke kriter olarak alınmaktadır. Bu husus, Sivas kongresi beyannamesinde hangi sınırlar içindeki insan topluluğu sorusuna “Mondros mütarekesi imzalandığında hududumuz dahilinde”6 cevabı verilirken Misak-ı Millî beyânnamesinde Mondros mütarekesi kasdedilerek “mezkûr hatt-ı mütareke dahil ve haricinde” ibâresine yer verilmiştir.  Bu ise “Arapların yaşadıkları toprakların dışındaki sınır” anlamına gelmektedir.

2. Millî Mücadele literatüründe Misâk-ı Millî beyannamesi için Ankara’dan Hüsrev Gerede’ye verilerek İstanbul’daki Osmanlı Meclis-i Mebûsânı’na gönderilen metnin orjinalinin bulunmadığı yazılıdır. Ancak,  Aralık 1919-Ocak 1920 döneminde Ankara’dan Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a gönderdiği belgeler kıyaslandığında durumun hiç de öyle olmadığı anlaşılacaktır. Bu bağlamda söylenecek ilk şey, 17 Şubat 1920’de, Osmanlı Meclis-i Meb’ûsânın ilân edilmiş metnin dışında Misâk-ı Millî ile ilgili iki müsvedde metnin olmasıdır. Kanaatimizce bu ilk metin, Hüsrev Gerede’ye verilmiş 19 Ocak 1920 tarihli yedi maddelik metindir7. Fakat bu metin, doğrudan Misâk-ı Millî ya da Ahd-i Milli adını taşımamakta ve açıkça Müdafaa-i Hukuk Grubu Programıdır. Bunu, içerik analizinden sonra anlıyoruz. Nitekim,  bu metnin birinci, ikinci maddeleriyle dördüncü maddesinin Araplarla ilgili ilk kısmı “haricinde” ibaresi eklenerek Misâk-ı Millî beyânnamesinin birinci maddesini oluşturmuştu. Dördüncü maddesinin Evliye-i Selase ile ilgili kısmı asıl beyannamenin ikinci maddesinde yer alırken aynı maddenin Batı Trakya hakkındaki hükmü,  Misâk-ı Millî’nin üçüncü maddesi olarak yazılmıştı. Hüsrev Gerede metni adını verdiğimiz bu ilk müsvedde metnin Halife-Sultan, İstanbul ve Boğazlarla ilgili altıncı maddesi aynı şekilde Misâk-ı Millî beyannamesinin altıncı maddesidir. 
Diğer taraftan bu ilk müsvedde metin ile Misâk-ı Millî metni arasındaki en önemli farkı beşinci maddesi idi. Bu madde “yabancı bir devletin yardımını öngörmekteydi . 
İkinci müsvedde metin ise  21 Ocak 1920 tarihli Müdafaa-i Hukuk Grubu programı olarak İsmet Bey tarafından yazılmış ve İstanbul’daki Rauf Bey’e gönderilmiş sekiz maddelik metindir8. Bu metnin 19 Ocak tarihli metinden iki farkı vardır. Bunlardan birincisi dördüncü maddede yer alan “Osmanlı memleketlerinin ekonomi yönünden varlığını sürdürmesine ve gelişme olanaklarına zarar veren maddeler olunamaz” hükmüdür ki, yeniden formüle edilerek Misâk-ı Millî’nin altıncı maddesi haline getirilmişti. İkinci fark ise 19 Ocak tarihli metinde beşinci madde olarak yer alan “müzaheret”maddesinin bulunmamasıydı.
Anlaşılan o ki, her iki metnin adı da “Müdafaa-i Hukuk Grubu programı”dır. Bu metinler ile Misâk-ı Millî arasındaki en önemli fark, asıl metnin  birinci maddesinde Türkiye’nin yeni sınırlarına işaret eden hükmün “hatt-ı mütareke dahil ve haricinde” biçiminde yazılmasıdır. Fakat, bu husus, İstanbul’da eklenmiştir. Ayrıca, başlangıç kısmının varlığı Misâk-ı Millî beyannamesinin orijinal tarafıdır.
Bütün bu yazılanları özetlersek, Misâk-ı Millî ile ilgili çalışmalar eş zamanlı olarak hem İstanbul’da ve hem de Ankara’da başlamıştır. 12 Ocak 1920’de açılan Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda  Hüseyin Kazım Kadri, Rauf Bey, Yusuf Kemal Bey’in aralarında bulunduğu ortak bir komisyon’da Ankara’dan gönderilen metinler başka görüşlerle birlikte müzakere edilmiş ve sonunda Misâk-ı Millî beyannamesi, 28 Ocak 1920’de meclisin resmi olmayan bir oturumunda kabul, 17 Şubat 1920’de de ilân edilmiştir9. 
3. Misâk-ı Millî’nin anlamı: Diğer adı Ahd-i Millî olan Misâk-ı Millî beyânnâmesi,  Ahmet Mumcu’ya göre  bir “parlamento kararı”dır10. İki meclisli Osmanlı Parlamentosunda Meclis-ı Mebusanın, 1909’daki anayasa değişikliğinden sonra böyle bir karar alması mümkündür. 
Devrin iç ve dış siyasi şartları dikkate alındığında Misâk-ı Millî beyannamesi, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın ortaya koyduğu Paris Barış Konferansı’na yönelik barış şartlarını öngören bir programdır. Bunu anlamak için  beyannamenin başlangıç kısmını okumak yeterlidir. Bu kısımda fedakarlıktan sözedilmekte ve bunda kasdın Arap vilayetlerinden vazgeçmek olduğu anlaşılmaktadır11. 
Mustafa Kemal Paşa’ya göre Misâk-ı Millî beyannamesi “Milletin âmal ve makasıdını içine alan kısa bir program idi12. Bu tanımlama, Ocak 1920’ye ait bir tanımlama idi. Ocak 1922’de, Ahmet Emin Yalman’a verdiği mülakatta Misâk-ı Millî için “ Millî Misak, sulh imzalamak için en makul ve asgari şartları bir araya getiren bir programdır. Barışa  varmak için üzerinde duracağımız esasları Misak-ı Millî ortaya koymuştur13.Daha sonra Lozan görüşmeleri sırasında 19 Ocak 1923’de İzmit’te bir sinemada yaptığı konuşmada ise “Millet mevcudiyeti için İstiklali için,hakimiyeti için behemehal istihsâle mecbur olduğu esas” diyordu14.
Görünen o ki, Mustafa Kemal Paşa’da esasta Misak-ı Millî’nin bir barış programı olduğunu kabul etmektedir. Aynı zamanda bu program, Milli Mücadelenin  amaçlarını içine alan bir program niteliği de taşımaktadır. 
Buna rağmen Misâk-ı Millî hakkında birçok yerli ve yabancı yazar, farklı tanımlamalar yapmışlardır. T.Zafer Tunaya’ya göre Misak-ı Milli, Erzurum ve Sivas kongrelerinde alınan kararların Müdafaa-i Hukuk ilkelerinin Osmanlı Meclis-i Mebusanı tarafından benimsenmiş bir programdı. Hatta bu program “ yeni, ulusal ve bağımsız bir devlet kurmak üzere harekete geçmiş Türklerin akdettikleri birlikte yaşamak üzere anlaştıkları koşulları içeren bir ictimai mukaveledir15. Ancak Tunaya’nun bu Rousseaucu yaklaşımı pek doğru görünmemektedir.  Yine bir başka anayasa hukukçusu Bülent Tanör ise bu belgenin esaslarının Mustafa Kemal Paşa tarafından belirlendiği düşüncesindedir. En önemlisi Tanörü için bu belge “ Osmanlı Devleti’nin ülke ve nüfus unsurları ile egemenlik hakkını yeniden” ortaya koyma anlamına gelmektedir16. Doğu Ergil için ise Misak-ı Millî “ Erzurum ve Sivas kongreleri sürecinde Padişah ve İtilâf devletlerine karşı ulusal akımın bir ilkeler bütünüdür”17. 
İngiliz tarihçisi Harold Temperley de Anadolu’nun coğrafi birliği bağlamında Misak-ı Millî’nin birinci maddesine dikkat çekmiştir. Bunu yaparken de insan unsuruna temas etmiş ve bu unsuru “mütareke hattının kuzeyinde Osmanlı-Arap olmayan nüfusu fiili ve resmen bölünmez bir siyasi bütün” olarak tanımlamıştır18. David Fromkin’e göre Misak-ı Millî, bir “Kemalist politik ilkeler deklarasyonu”dur19. Arnold Toynbee’ye göre  ise bir “bağımsızlık bildirisi”dir20. . Bernand Lewis’e bakılırsa o da Misak-ı Milli’yi “Erzurum ve Sivas bildirilerine dayanan ve toprak bütünlüğü ile milli bağımsızlık üzerindeki temel istekleri ifade eden bir beyanname olarak görmektedir21. 
Ancak Ahmet Davudoğlu’nun Misâk-ı Millî’ye yüklediği anlam biraz farklıdır. Uluslar arası ilişkiler açısından bir bakışı yansıtan A.Davudoğlu’nun bu görüşüne göre, Misak-ı Milli, Osmanlı Devleti’nin son iki yüzyılında gözlenen kendi siyasi varlığını korumaya yönelik dış politika tecrübesinin ortaya çıkardığı reflekslerle uluslar arası şartların gerekli kıldığı bir ortamda devlet olarak “ bütün uluslar arası mesuliyet ve iddialardan” soyutlanmanın bir ifadesidir. Hiç şüphesiz bu soyutlanma,  devlet olarak uluslar arası alanda iddialı konumdan vazgeçmenin yanı sıra “Batı eksenine alternatif ya da muhalif değil bu eksenin bir parçası olma”anlamına gelmektedir. A.Davudoğlu’na göre bu yeni anlayış Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” şeklindeki barışçı dış politikasının esasıdır22.
MİSAK-I MİLLÎ’NİN ESASLARI
17 Şubat 1920’de ilân edilen Misak-ı Millî beyannamesi, altı maddeden meydana gelmektedir. Bu maddelerin ilk üç maddesi sınırlarla ilgilidir. Bu yüzden Misak-ı Millî denince akla daha ziyade Millî Mücadele döneminde tesbit edilmiş ve anavatana bitişik olup dahil edilmek istenen Türklerin yaşadıkları yerler anlaşılmıştır.  Bunlardan en önemlisi, halihazırda da hangi bölgeleri kapsadığı tartışma konusu olan Türkiye’nin güney sınırlarıyla ilgilidir.  Bu husus, beyannamenin birinci maddesinde yer almaktadır. Bu maddenin ilk kısmına  göre, Araplar, selfdeterminasyon ilkesi gereğince kendi kaderlerini kendileri belirleyecektir. Bunun dışında kalan- ki belgede “mezkur hatt-ı mütareke dahil ve haricinde geçiyor- ırkî, dinî ve amaç birliği içinde Osmanlı-İslam çoğunluğunun yaşadıkları toprakların bölünmez bir vatan olduğu vurgulanmaktadır.  Burada iki soru akla geliyor:
1. Bu sınırlar neresidir?
2. Bu belgede zikredilen Osmanlı-İslam çoğunluğundan kasıd nedir? Ya da bu Osmanlı İslam çoğunluğu kimlerdir?
Bu konuda bize en açık ve tartışmasız ışık tutan belge daha önce bahsettiğimiz 23 Haziran 1919 tarihli muhtıradır. Bu muhtırada verilen  Türkiye’nin güney sınırları, Misak-ı Millî’nin birinci maddesindeki kriter olarak verilmiş sınırlara  işaret etmektedir ki, bu da son dönemdeki Osmanlı Devletinin Halep ve Musul vilayetlerinin güney sınırlarıdır. Nitekim bu topraklar, Osmanlı coğrafya dilinde Osmanlı Asyası/Anadolusu (Asya-i Osmanî) içinde değerlendirilmiştir. Diğer taraftan, ikinci maddede Elviye-i Selase (Kars, Ardahan Batum) ‘den bahsedilirken Batum’un kuzeyindeki Poti’ye kadar uzanan ve Cenub-i Garbî Kafkas Cumhuriyeti sınırlarına dahil edilmiş olan Nahçıvan’ı kapsayan bir bölge yeni Türkiye’nin sınırları içinde kabul edilmiştir. Buna karşılık beyannamenin üçüncü maddesinde  yapılacak halk oylamasından sonra Batı Trakya’nın da Türkiye’ye dahil olacağı amaçlanmış ve böylece, Gümülcine’den itibaren Batı Trakya’nın da anavatan sınırları içinde olacağı  tasavvur edilmiştir.
Hiç şüphesiz, Misak-ı Milli beyannamesinin birinci maddesi, Arapların selfdeterminasyon hakkından sözetmesi de dikkate alındığında, Türkiye’nin güney sınırlarıyla ilgilidir. Bu maddede geçen Osmanlı-İslam ibaresi de, güney sınırlarından bahsedildiği için dar anlamda Türkler ve Kürtleri kapsamaktadır23.  Bu bağlamı biraz daha genişletirsek Mondros mütarekesi hattının içinde ve dışında kalan çoğrafyada yaşayan Türk, Kürt, Çerkez ve Arnavud gibi  İslam ortak paydasına sahip insan topluluğu anlaşılmalıdır. Zaten Mustafa Kemal Atatürk ‘de, 24 Nisan 1920’de, TBMM’nde yapmış olduğu  bir konuşmada bu hususa dikkat çekerek sözkonusu insan topluluğunu “anasır-ı İslam” diye tanımlamış24 ve hem kurtuluş mücadelesini veren ve hem de yeni Türkiye’nin insan unsurunun daha ziyade etnik kökeni ne olursa olsun çoğunlukla Müslümanlar olduğu/olacağı gerçeğini açıklamıştır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Misak-ı Millî beyannamesi, I. Dünya Savaşı sonrası yeni uluslar arası sistemin kurulma sürecinde, savaşın galibi devletlerin ortaya koyduğu Wilson ilkeleri vb ilke ve düşünceler ışığında hazırlanmış yeni Türkiye’nin barış programıdır. Aynı zamanda bu program, müzakere edilebilir asgari barış şartları anlamına da gelmektedir. Başka bir deyişle, Misak-ı Millî beyannamesi, Türkiye için I. Dünya Savaşı sonrası dönemde, savaşın galipleri karşısında gerçekleştirmeyi hedeflediği bir idealdir. Ancak, bu ideal hedef programı daha iyi anlayabilmek için Osmanlı hükümetinin Paris Barış Konferansı’na sunmuş olduğu 23 Haziran 1919 tarihli muhtıra dikkate alınmalı ve birlikte değerlendirilmelidir. Görülecektir ki, birlikte değerlendirme, Mondros mütarekesinden sonraki tarihî gelişmelerin/olayların hiç de sanıldığının aksine, birbirlerinden kopuk ve ilgisiz olaylar olmayıp birbirlerini tamamlayan, birbirlerine ilham kaynağı olan gelişmeler olduğunu ortaya koyacaktır.  Nitekim, 23 Haziran 1919 tarihli muhtıra ile Misak-ı Milli beyannamesi, dönemle ilgili tarihî sürekliliği ortaya koyan iki önemli belge olup özellikle birincisi, hem ilham ve içerik anlamında kaynak niteliği taşımaktadır. Daha da önemlisi her iki belgede de insan unsurunu tanımlamamıza yardımcı olan ortak vatan ve ortak din vurgusu dikkat çekicidir. Kanaatimce, günümüz için Misak-ı Millî beyannamesinin esas anlamı budur.
(Doğumunun125.Yılında Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2011)
-Bu yazı, Ocak 2023’de Misak-ı Milli’nin kabul ve ilanının 103. Yıldönümünde yayınlanmalıdır.)

Yorumlar

Yorum Yap

Top