Geçen yıl Eylül’de Ayvalık’a gitmiş, hemen karşısında olan Midilli adasını görünce hayıflanarak “Ah İsmet Paşa ah!) demiş ve bu serzenişimi sosyal medyada paylaşmıştım. Bazı dostlar tepki göstermişti. Neyse…
Aynı şekilde, Türkiye’ye yeni gelmiş bir yabancının önüne Adalar Denizi’ni (Ege Denizi) de gösteren bir Türkiye haritasını açsak ve özellikle sahillerimize yakın bu adaların kimin olduğunu sorsak, alacağınız cevap ,“Tabii ki, Türkiye’nindir” olacaktır. Gerçekten öyle mi?
Aslında Adalar Denizi’ndeki kara veya taş parçalarının-nam-ı diğer adaların- kaderi, Balkan harplerinden bir yıl önce, 29 Eylül 1911’deki Trablusgarp savaşı ile başlamıştı. Bu savaşta, İtalyanların hedefi Trablusgarb ve Bingazi idi. Her ne kadar İtalyanlar,Trablusgarb sahilllerine çıkmışlarsa da Enver ve Mustafa Kemal Beylerin içinde bulunduğu Osmanlı subaylarının başlattığı gerilla savaşı sayesinde iç bölgelere giremediler. Fakat, İtalyanlar, Trablusgarb’ı almakta kararlıydılar ve üstelik İngiltere ve Fransa gibi büyük devletler de onların yanındaydı. Diğer taraftan da Osmanlı Devleti, Adalar Denizi’nde zor durumdaydı. Çünkü 12 ada, Nisan-Mayıs 1912’den beri fiilen İtalyanlar tarafından işgal edilmişti. Ayrıca, Makedonya ve Arnavutluk’da devam eden ayaklanmalarla uğraşmaktaydı. Sonunda Osmanlı Devleti ve İtalya, 18 Ekim 1912’de Uşi(Lozan’ın bir semti) antlaşması’nı imzalayarak Trablusgarb savaşına son verdiler. 11 maddelik bu antlaşmaya göre Osmanlılar, Trablusgarb ve Bingazi’den çekilerek buraları bağımsızlık verecek; İtalyanlar da savaşta ele geçirdiği 12 Ada’yı Osmanlılara geri verecekti. Fakat, Balkan Savaşı’nda Yunanistan’ın buraları işgal etme tehlikesi karşısında 12 ada, geçici olarak İtalyanlar da kalacaktı.
Gerçekten Osmanlı Devleti, bu konuda ciddi endişe duymaktaydı. Nitekim, Ege adaları üzerindeki çalışmalarıyla tanınan Necdet Hayta, Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi’nde gördüğü bir Başkumandanlık yazısının özetinde Yunanistan ile barış yapılıncaya kadar Adaların İtalyanlarca tahliyesinin ertelenmesinden bahsedildiğini belirtmektedir
Anlaşılıyor ki, Uşi antlaşması ile Trablusgarb ve Bingazi, Osmanlı hakimiyetinden çıkmış, İtalyanlar tarafından işgal edilmesi sağlanmıştı. Buna karşılık 12 ada, hukuken Osmanlılarda kalmış, Yunan tehlikesi karşısında geçici olarak İtalyanlara bırakılmıştır.
Demek ki, 12 ada ile ilgili birinci tarihî gerçek, 12 ada’nın, Uşi antlaşması ile hukuken İtalyanlara bırakılmamış olmasıdır.
Bundan dolayı İtalyanlar, 12 ada’yı tahliye etmemişlerdir. Bu fiili durumu dikkate alan ve hukukileştirmek isteyen İngilizler, Balkan savaşlarından sonra 17 Aralık 1913’de, Londra’da topladığı Büyükelçiler Konferansı’nda (Londra Süfera Konferansı) 12 Ada’nın İtalya’ya, Doğu Ege adalarının ise Yunanistan’a, Gökçeada, Bozcaada ve Taşöz adalarının da Osmanlı Devleti’ne bırakılmasını Fransa, Avusturya ve Rusya gibi büyük devletlere kabul ettirdi. Bu husus, ortak notayla 13 Şubat 1914’de Yunanistan’a ve 14 Şubat 1914’de de Osmanlı Devleti’ne bildirildi. Buna karşılık, Bâb-ı Âli bu ortak notaya cevaben Yunanistan’ın işgal ettiği adaların geleceğini kararlaştırma yetkisini büyük devletlere verirken Boğazlar civarındaki adaların devletin Asya kıyılarına yakın adaların kendi elinde kalmasının gerekli olduğuna dair sebepleri defalarca belirttiğini bildirerek alınan karardan üzüntüsünü dile getirdi. Hiç şüphesiz, Osmanlı Devleti, adalarla ilgili karar verme yetkisini büyük devletlere verirken kendi çıkarlarının gözetileceğini, en azından Sakız ve Midilli adalarının kendisine bırakılacağını ümit ediyordu. Ne yazık ki olmadı.
İkinci tarihi gerçek, Osmanlı Devleti’nin adalarla ilgili karar verme yetkisini Büyük Devletlere bırakmasıdır.
Üçüncü tarihi gerçek ise 12 Ada’nın İtalyanlara, doğu Ege adalarının Yunanistan’a verilmesinin bir İngiliz projesi olmasıdir ve bu proje, zor şartlarda bulunmasına rağmen Osmanlı Devleti’nce reddedilmiştir.
Ne var ki, I.Dünya Savaşı’nın çıkması, adalarla ilgili hukuki sürecin tamamlanmasını engelledi. Savaştan Osmanlı Devleti’nin mağlup ayrılması ve ardından bunun tescili olan Mondros mütarekesi’nin imzalanması hem Osmanlı Devleti’nin siyasi geleceğini etkiledi ve hem de uluslararası şartları bir hayli değiştirdi. Devrin siyasi tarih metinleri incelendiğinde, Osmanlı Devleti’nin sürece ilk tepkisi, altı ay sonra davet edildiği Paris Barış Konferansı’na 23 Haziran 1919’da sunduğu muhtıra ile oldu. Wilson prensiplerine dayanarak yeni Türkiye’nin sınırları ile barış şartlarını ortaya koyan bu muhtırada Adalar Denizi’nin, Osmanlı sahillerine yakın bütün adaların korunması gerektiğinden dolayı nüfus değişimi suretiyle adaların Türk vatanına iadesi istenmekteydi.
Bütün bu itirazlara rağmen İtilaf devletleri, 11 Mayıs 1920’de, Sevr taslağını Osmanlı Devleti temsilcilerine verdi. Taslağı gören Osmanlı heyetinin başkanı Ahmet Tevfik Paşa’nın ilk tepkisi, sözkonusu taslağın devletin siyasi varlığını sona erdiren bir belge olduğundan dolayı kabul edilemezliğini açıklamak şeklinde oldu. Aynı şekilde TBMM’nde benzer tepkiler gösterildi.Nitekim, Karahisar-ı Sahip milletvekili Nebil Efendi “Boşuna yorulmuşlar, Türkiye’yi yok diye idiler; daha iyi ederlerdi.” diyerek tepkisini ortaya koymuştu. Ancak, Osmanlı Devleti, bu barış taslağına 25 Haziran 1920’de bir cevabî muhtırayla karşılık verdi. Baskın Oran’ın “Lozan’ın Öncülü Bir Onur Anıtı”adını verdiği bu muhtırada, bütün Sevr taslağının ağır hükümler içerdiği ve devleti bölme amacı taşıdığı vurgulanmış ve bunun kabul edilmesinin mümkün olmadığı ifade edilmişti Bu arada, arazi meselelerinden bahsedilirken Osmanlı Devleti’nin Libya kitasıyla Akdeniz adaları üzerindeki haklarından vazgeçmesinin istendiği ve fakat bu isteğin kabul edilmesinin mümkün olmadığı bildirilmişti. Her ne kadar Sevr taslağına karşı TBMM hükümeti de Türk Muahede-i Sulhiyyyesi ve Mahiyet-i Hakikiyyesi” adlı bir risale ile dünya kamuouyuna kendi görüşlerini açıklamışsa da somut olarak adalarla ilgili bir görüş bulunmamaktaydı. Sadece, “sulh muahedesi bu kadar ağır olmakla beraber yine bizi aldatmak için yapılan bir eser-i habasettir” demek suretiyle Sevr barış taslağına “toptan” karşı çıkmıştı.
Mustafa Kemal Paşa’nın da “proje”, “Büyük bir suikasdın inhidamını ifade eden bir vesika” dediği Sevr antlaşması, 10 Ağustos 1920’de, Osmanlı Devleti tarafından imzalandı. Her ne kadar meclis ve devlet başkanı gibi onay süreçlerinden geçmemiş ve dolayısıyla uluslararası hukuk açısından “onaylanmamış antlaşma” hükmünde olan Sevr barış antlaşması’nın iki maddesi Oniki ada ve doğu Ege adalarına ilişkindi. Antlaşmanın 122.maddesine göre, “Türkiye-yani Osmanlı Devleti, İtalyan işgalinde bulunan Stampalia, Rodos, Herkit, Kerpe, Kaşot, Piskopis, İncirli(Misiro), Kalimnos, Loryos(Leros), Patnos, Limpos, Sümbeki (Simi), İstanköy (Koş) adalarıyla bunlara bağlı adacıklar ve Kastellorize adası üzerindeki bütün hak ve sıfatlarından İtalya lehine vazgeçer” derken 84.madde ile, Türkiye, Gökçeada, Bozcaada adaları üzerindeki hak ve sıfatlarında Yunanistan lehine vazgeçtiği gibi Londra (30 Mayıs 1913) ve Atina (14 Kasım 1913) antlaşmaları ile Londra Büyükelçiler Konferansı’nın 13 Şubat 1914’de Yunanistan’a bildirdiği karar çerçevesinde Doğu Ege adalarını(Limni, Semadirek, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya) Yunanistan’a bırakan kararı da doğrulamaktaydı. Bunun tek istisnası, İtalya’ya bırakılan adalar ile Anadolu sahillerine üç milden yakın adalar idi. Bu tamamen deyim yerindeyse, “boğazının sıkılması” ve Türkiye’nin Yunanistan ve İtalya’nın izni olmadan Ege ve Akdeniz’e çıkamaması anlamına geliyordu.
Her ne kadar bu mesele, İtilaf devletleri açısından Sevr antlaşması ile çözümlenmişse de Milli mücadelenin başarısı karşısında uygulanma imkanı bulamamıştı. Bu sebeple, “Altı asırlık hesaplaşma sahnesi” olan Lozan konferansı’nda, yeniden gündeme geldi. Aynı zamanda mesele, ,TBMM’nde de görüşüldü. Bu konuda, TBMM’nin ilk girişimi İsmet Paşa başkanlığındaki Lozan heyeti’ne verilen 14 maddelik talimatname idi. Nitekim, Misak-ı Milli’nin somutlaşmış şekli olan bu talimatnamenin dördüncü maddesi adalarla ilgiliydı. Bu madde, ilk önce şartlara göre hareket edilmesini tavsiye ederken somut olarak da Anadolu sahillerine yakın meskun ya da gayr-i meskun adaların ilhakından sözetmekteydi. Anladığımız kadarıyla talimat, “duruma göre hareket et, şartlar uygun olursa, kıyılarımıza yakın adaları iste” diyerek adalar meselesini şarta bağlıyordu. Bu “olursa olur, olmazsa olmaz” tavrı olup meseleyle ilgili mevcut statükonun pek zorlanmamasını ister gibi bir hali andırmaktaydı.
Oysa, TBMM’nde milletvekilleri öyle düşünmüyordu. I. TBMM, kuruluşundan itibaren dış politika sorunlarına karşı Misak-ı Milli temelli bir duyarlılık içindeydi. Özellikle konferansın kesintiye uğradığı Şubat-Mart 1923 döneminde duyarlılık ve bundan kaynaklanan eleştiriler had safhaydı. Özellikle İtilaf devletlerinin verdikleri Sevr antlaşmasının düzeltilmesine dayalı barış projesi kapsamında adalarla eleştiri konuları arasındaydı. Mesela, İzmit milletvekili Sırrı Bey, 5 Mart tarihli meclisin gizli oturumunda yaptığı konuşmada “Musul’dan gayri arazi meselesini kabul ettim” demenin adaları Türkiye’nin düşmanlarına bırakmak anlamına geleceğini söylemekle kalmadı; Antalya’ya “bir ok mesafesinde yakın” olan Meis adasının Sevr’de Türkiye’ye verildiğini ve bu barış projesinde İtalyanlara bırakıldığını hatırlattı. Ayrıca Sırrı Bey, Lozan Türk heyeti’nin “muahedat-ı sabıkayı tetebbu zahmetini ihtiyar etmemiştir” diyerek Sevr antlaşma metninin bile okunmadığını ima etmiştir. Ona göre, Adalar Misak-ı Milli’ye dahil değildir ama, Anadolu’nun bir parçasıdır”. Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey de Lozan Türk heyeti’nin Adalar meselesiyle ilgili hiçbir şey yapmadığı kanaatindeydi. Buna rağmen Ali Şükrü Bey, bu konuda Türkiye’nin gücü olmadığının farkındaydı. O, Adaların Türkiye’nin güvenliği için elzem olduğu düşüncesindeydi.
Ara dönem tartışmalarının sonunda TBMM’den çıkan ana karar, anlaşmazlık konusu olan toprak meselelerini barış sonrası döneme bırakmak, bir an önce barış antlaşması imzalamaktı. Nitekim bu anlayış, İtilaf devletlerine sunulan 8 Mart 1923 tarihli karşı barış projesinde de hakim idi. Öyle ki, Türkiye, Gökçeada ve Bozcaada ile bu adaya bağlı Merkep adaları dışındaki Doğu Ege adalarının Yunanistan’a, Meis adası dışında kalan adalar ile bunlara bağlı adacıkların İtalya’ya bırakılmasını, onlar üzerindeki bütün hak ve sıfatlarından vazgeçmek suretiyle kabul etmekteydi.
Bu ortamda, 23 Nisan 1923’de, ikinci aşaması başlayan Lozan konferansı, pek fazla tartışmalar yaşanmadan 24 Temmuz 1923’de Lozan barış antlaşması’nın imzalanmasıyla sona erdi. Bu antlaşma’nın adalarla ilgili hükümlerinin , Sevr antlaşması’ndan tek farkı sadece Tavşan adasının Türkiye’ye bırakılmasıydı. Buna göre Doğu Ege adaları, Gökçeada, Bozcaada ve Tavşan adaları dışında Yunanistan’a (12. Madde), On iki ada ile ona bağlı ada ve adacıklar-Meis adası dahil- İtalya’ya (15.madde)bırakılmaktaydı. Aslında bu durum, 1913 tarihli Lozan antlaşması’ndan sonraki süreçte kararlaştırılan adalar statüsünün çok küçük farkla aynen korunmasından ibaretti.
Fakat, Lozan antlaşması’nın üzerinde pek durulmayan ya da yanlış yorumlanan iki maddesi daha vardır. Bunlardan ilki 6.madde olup, antlaşmada aykırı madde bulunmadıkça deniz sınırlarının kıyıya üç milden daha yakın bulunan ada ve adacıkları içine alacağı ile ilgili hükümdü. İkincisi ise 16.madde olup genel hüküm içeren toptan bir feragat maddesiydi. Bu maddeye göre Türkiye, sözkonusu antlaşmada-Lozan antlaşması’nda-belirtilen sınırlar dışında kalan topraklar üzerindeki ya da bu topraklara ilişkin her türlü haklarıyla sıfatlarından vazgeçmekteydi. Hatta bu vazgeçmeye bu antlaşmada tanınmış adalardan başka bütün öteki adalar da dahildi. Buna karşılık bazı uzmanlar, 16.maddenin Türkiye açısından bir feragat içermediği iddiasındadır. Mesela, Sertaç Hami Başeren’e göre, 16.madde’yi feragat maddesi olarak yorumlamak doğru değildir. Çünkü, uluslararası hukuka göre feragat edilecek adaların ismen belirtilmesi zorunludur ve Lozan’da bu yapılmamıştır.
Görüldüğü gibi 16.madde, iki açıdan Türkiye’yi ilgilendirmektedir. Birincisi, 16.maddenin 6.maddeyi hükümsüz bırakmasıdır. Çünkü 6.maddede “ antlaşmada aykırı madde bulunmadıkça” denmektedir ki, bu aykırı madde, 16.madde olmaktaydı. İkincisi ise Türkiye’nin ismen belirtilmiş topraklar dışında kalan diğer bütün topraklar/adalar üzerindeki hak ve sıfatlarından vazgeçmesi olup bu konuda itilaf devletlerinin karar verecek olmasıdır. Daha açık deyimle ifade edecek olursak; Türkiye, Lozan antlaşması ile Adalar Denizi’nde ismen belirtilmemiş ada ve kara parçalarının geleceği hususundaki hak ve sıfatlarından vazgeçmiştir. Ne yazık ki, Lozan’daki Türk heyeti, Türkiye’nin geleceğini ipotek altına sokan, deniz güvenliğini tehlikeye düşüren/düşürecek olan bir maddeyi imzalamıştır. Bu yanlışlığın nelere mâl olacağını Türkiye, 1990’ların ortalarında yaşanan Kardak kriziyle anlamış ve Yunanistan’ın tahrikinin de etkisiyle bir emr-i vaki oluşturarak meseleye müdahil olabilmiştir.
Buna karşılık bazı uzmanlar, 16.maddenin Türkiye açısından bir feragat içermediği iddiasındadır. Mesela, Sertaç Hami Başeren’e göre, 16.madde’yi feragat maddesi olarak yorumlamak doğru değildir. Çünkü, uluslararası hukuka göre feragat edilecek adaların ismen belirtilmesi zorunludur ve Lozan’da bu yapılmamıştır. Oysa, Yunanistan’ın böyle bir vazgeçme durumu sözkonusu değildir. Fakat bu hal, Yunanistan’a ismen belirtilmemiş ada ve kara parçaları üzerinde sahiplik hakkı vermemektedir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, 12 ada ve doğu Ege adalarının geleceğiyle ilgili süreç, Trablusgarp savaşıyla başlamış ve bir İngiliz projesiyle 12 ada İtalyanlara, doğu Ege adaları ise Yunanistan’a verilmiştir. I.Dünya Savaşı öncesinde bu süreç fiilen gerçekleşmiş ve Sevr antlaşması ile hukukileştirilmek istenen bu fiilî durum, Anadolu’da verilen Milli Mücadele zaferiyle sekteye uğratılmışsa da 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan barış antlaşmasıyla hukukî bir nitelik kazanmıştır. Bir başka deyişle ifade edersek, I.Dünya Savaşı öncesinde Adalarla ilgili belirlenmiş statüko, nihai olarak Lozan’da hukukileştirilerek devam ettirilmiştir.
Bugün Türkiye, Ege’de bir adaların silahlansızlandırılması, kıta sahanlığı ve fır hattı gibi sorunlarla yüz yüze ise, Lozan’da değiştirilemeyen Adalarla ilgili statükodan dolayıdır. Ayrıca bu konuda Türkiye’nin milli güvenliği açısından bir sorun olup olmadığını anlamak için Türkiye’nin Ege sahillerini gösteren bir haritaya bakmak yeterlidir. Yoksa, “Ege’de Yunanistan, Türkiye’ye ait adaları alıyor, Türkiye sessiz kalıyor” demek, anlattığımız tarihi süreci yeterince bilmemek demektir. Çünkü, mevcut sorun, dünün mirasıdır.
Okuma Önerileri:
Necdet Hayta, “İtalyanların Rodos ve 12 Ada’daki Faaliyetlerine Dair Bir Rapor”, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, yeni dönem 3, 1995, s.191-204.
Necdet Hayta,Balkan Savaşları’nın Diplomatik Boyutu ve Londra Büyükelçiler Konferansı
(17 Aralık 1912-11 Ağustos 1913), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2008.
Ali Kurumahmut (Hazırlayan), Ege’de Temel Sorun-Egemenliği Tartışmalı Adalar-, Türk Tarih Kurumu Yayınları Ankara 1998.
Mustafa Budak, İdealden Gerçeğe Misak-ı Milli’den Lozan’a Dış Politika, Küre Yayınları,
İstanbul 2002.
Mustafa Budak, 99 Soruda Lozan, Ketebe Yayınları, İstanbul 2018.
.
Yorumlar
Thesera Minton
Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipisicing elit, sed do they eiusmod tempor incidi dunt ut labore et dolore magna aliquat enim ad minim veniam ad minim veniam.
Reply