teskavlogo
Blog single photo

MİSAK-I MİLLİ VE ORTADOĞU

Avrupalıların “Büyük Savaş dedikleri I.Dünya Savaşı, aslında bir emperyalist paylaşım savaşıydı. Her ne kadar bu savaş Avrupa kıtasında çıkmış ise de sonuç itibariyle Türklere altı asırlık koca bir imparatorluğunu, Osmanlı Devleti’ni kaybettirmiş ve hatta sıkıştığı Anadolu coğrafyasını yitirme tehlikesini yaşatmıştı. Bu tehlikenin somutlaşmış hali  30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros mütarekesi idi. Mondros mütarekesi, Osmanlı Devleti için I.Dünya Savaşı’nı bitiren antlaşma  olurken Anadolu ve Doğu Trakya topraklarının İtilaf devletlerince işgalini de başlatmıştı. Zaten, Osmanlı Devleti’nin bugün Ortadoğu denilen toprakları(Suriye, Irak, Lübnan ve Arabistan) savaş yıllarında işgal edilmişti. En önemlisi sözkonusu mütareke, aynı zamanda işgallerle birlikte Anadolu ve Doğu Trakya’da işgallere karşı Müdafaa-i Hukuk adı verilen direniş hareketlerinin başlamasına sebep olmuştu.Herkesce kabul edilir ki, bu direniş hareketinin adı Milli Mücadele idi.
Bilinenin aksine Osmanlı Devleti,  I.Dünya Savaşı sonrası nasıl bir uluslararası düzen kurulacağını, 18 Ocak 1919’da başlayan Paris Barış Konferansı sürecinde yaşanan siyasi gelişmeler sayesinde büyük oranda anlamıştı. Çünkü, sözkonusu konferans başlar başlamaz Araplar başta olmak üzere Rumlar, Ermeniler ve Kürtlerin siyasi temsilcileri, Paris’e gelerek bağımsızlık taleplerini dile getirmişlerdi. Bu tehlikeyi Osmanlı Devleti sezmiş ve özellikle Arap topraklarının kendisinden koparılacağını anlamıştı. Nitekim, sözkonusu sürece Osmanlı Devleti’nin ilk tepkisi, altı ay sonra çağrıldıkları Paris Barış Konferansı’na sundukları  23 Haziran 1919 tarihli muhtıra ile oldu.  Bu muhtıra, 17 Haziran’da Damad Ferid Paşa’nın  I.Dünya Savaşı sonrası uluslararası gerçeklerden habersiz olan ve hakaretle karşılanan konuşmasından oldukça farklıydı. Milli Mücadele literatüründe pek bilinmeyen  sözkonusu muhtıra, bir devlet belgesi olup savaş sonrası siyasi şartlar ile savaşın galibi  devletlerin(İngiltere ve Fransa) bölgeyle ilgili planlarından haberdar idi. Her şeyden önce, müdafaaname adı da verilen bu 11 maddelik muhtıranın esası, Osmanlı Devleti’nin Türk olan kısımları üzerinde “vahdet-i milliye ve istiklal-i siyasi”nin mutlak şekilde korunması amacıyla “müstakil bir Türk vatanı”nın kurulmasıdır. İkincisi, Mondros mütarekesi sonrası ortaya konan siyasi belgeler içinde ilk defa bu kadar yeni Türk vatanının somut sınırlarını çizmiş olmasıdır. Öyle ki, bu muhtıraya göre yeni Türk vatanının sınırları, batıda Gümülcine’den başlamak üzere kuzeyde Karadeniz, kuzeydoğuda Elviye-i Selase (Kars, Ardahan,  Batum)  doğuda Nahçıvan ve Ermenistan için yapılacak küçük bir sınır düzenlemesi, güneyde ise Musul, Resulayn, Halep’den geçerek Lazkiye’nin kuzeyindeki İbni Hani burnu’ndan Akdeniz ulaşan bir hattır. Daha açık ifadeyle kuzeydoğudaki sınır, Elviye-i Selase sınırları içindeki Ahısha’yı kapsamakta güneyde ise Erbil, Süleymaniye ve Kerkük’ü kapsayacak şekilde Bağdad’ın kuzeyinde kalan  Cebel-i Hamrin’e kadar uzanmaktadır. Aynı zamanda bu sınır, muhtıraya göre, Türk-Arap sınırıdır(madde 3).
Peki, Osmanlı Devleti, kendince böyle bir sınır tasavvurunda bulunurken neye güvenmektedir? Hemen belirtelim ki, Osmanlı Devleti, Wilson ilkelerinin 12.maddesinde yer alan self-determinasyon  hakkına dayanarak böyle bir sınır çizmiştir. Bunu yaparken “bilad-i Arabiyye’den Suriye, El-Cezire, Hicaz ve Yemen”e Wilson  ilkelerinin 12.maddesine dayanarak geniş bir  idari özerklik verilebileceğini ve fakat, hilafet gerekçesiyle tamamen ayrılmalarına taraftar olmadığını düşünmüştür(madde 5).
23 Haziran muhtırasının dikkat çeken bir yönü de Lozan’a kadar giden süreçte,  Adalar Denizi(Ege Denizi)’nde Anadolu sahillerine yakın bütün adaların korunması gerektiği gerekçesiyle nüfus mübadelesini dile getiren tek belge olmasıdır.  Gerçi, Lozan’a giden Türk heyetine verilen talimatnamenin 4.maddesinde Anadolu sahillerine yakın “meskun ve gayr-i meskun adaların behemehal ilhakı” yazılmasına rağmen Lozan antlaşması’nda  Doğu Ege adalarının Yunanistan’a, 12 ada’nın İtalya’ya bırakılmasının ötesinde 16.maddeyle ismen belirtilmemiş bütün toprak ve kara parçalarının statüsünün belirlenmesinde yetki, İtilaf devletlerine bırakılmıştı.
İlgi çekicidir ki, 23 Haziran muhtırasında, Wilson prensipleri gereğince boğazların deniz trafiğine açılmasında ilgili devletlerin  verecekleri karara uyulacağı (madde 10), kapitülasyonların kaldırılmasının zorunlu olması (madde 8) ile  Osmanlı Devleti’nin  yeni sınırların hissesine düşecek borçları ödemeye hazır olması (madde 9) şeklinde maddeler yer almaktadır. Öyle ki, bu maddeler, 23 Haziran 1919 tarihli muhtıradan yaklaşık 8 ay sonra ilan edilen Misak-ı Milli beyannamesi maddeleriyle büyük oranda benzerlik  taşımaktadır.
Bilindiği gibi Misak-ı Milli beyannamesi, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı tarafından 28 Ocak 1920’da kabul, 17 Şubat 1920’de bütün  dünyaya  ilan edilmiştir. Bu beyanname, kabul ve ilan  edildiği süreç düşünüldüğünde, Osmanlı Devleti’nin geleceğinin tartışıldığı;  İstanbul ve Boğazların Türklerden alınmak istendiği  ve bu bağlamda “Uluslararası İstanbul Devleti”’nin kurulmasının tartışıldığı bir dönemdir. İşte böyle bir dönemde son Osmanlı Meclis-i Mebusanı,  “Osmanlı Devleti’nin barış şartları” olarak Misak-ı Milli beyannamesi’ni kabul ve ilan etmiştir. Bu beyannamenin barış şartları anlamına geldiğini anlamak için beyannamenin başlangıç kısmını okumak yeterlidir:
“Osmanlı Meclis-i Mebusan üyeleri devletin bağımsızlığı ve milletin geleceği, haklı ve devamli
Bir barışa ulaşmak için yapabileceği fedakarlığın en üst sınırı olan bu esaslar/şartlar dışında
Payidar bir Osmanlı saltanat ve toplumunun var olabilmesinin mümkün olmadığını kabul ve 
tasdik eylemişlerdir.”
Altı maddeden oluşan bu beyannamenin en fazla tartışılan maddesi birinci maddesidir. İki bölümden oluşan bu maddeni ilk kısmı, Osmanlı Devleti’nin Araplarla meskun olup Mondros mütarekesi imzalandığında düşman ordularınca işgal edilmiş yerlerin geleceğini Wilson ilkeleri gereğince,  Arapların belirleyeceği şeklindedir. Bir başka deyişle, Mondros mütarekesi imzalandığında Arap bölgeleri için ortaya çıkan fiili durum kabullenilmiştır. İkinci kısım ise Osmanlı Devleti’nin Arapların dışında kalan toprakları kasdederek adı geçen “mütarekenin içinde ve dışında”(mezkur hatt-ı mütareke dahil ve haricinde) dinen, ırken/örfen emelen  birleşik ve yekdiğerine fedakarlık hisleriyle bağlı Osmanlı İslam çoğunluğunun yaşadıkları yerlerin bölünmez bütünlüğüne vurgu yapılmaktadır. Dikkat edilirse, açık bir sınır tanımlaması yapılmamış; sadece sınır kriteri ortaya konmuştur. Bu da sınırın nereden geçtiği/geçeceği hususunda günümüzde kadar süren tartışmalara yolaçmıştır. Kanaatimizce, 23 Haziran muhtırasının yukarıda belirttiğimiz 3.maddesinde yazılı açık sınırlar, adeta, burada konulmuş olan sınır kriterinin açılımıdır. Ayrıca, Elviye Selase (madde 2) ve Batı Trakya’da (madde 3) halk oylaması talebi, Çanakkale ve Karadeniz Boğazlarının deniz trafiğine açılması hususunda “bilumum alakadar devletlerin müttefiken” verecekleri kararın geçerli olacağı (madde 4), azınlıklarda karşılıklılık ilkesinin kabulü (madde 5), kapitülasyonların kaldırılmasının zorunluluğu ile devletin hissesine düşecek borçların ödeneceğine dair taahhüd (madde 6) gibi maddeleri içermektedir. Görüldüğü gibi 23 Haziran muhtırası ile Misak-ı Milli beyannamesi, hem amaç ve hem de içerik olarak büyük benzerlik veya aynilik arzetmektedir. 
   Hiç şüphesiz bu sözlerin birinci muhatabı, İtilaf devletleri’dir. O tarihlerde, I.Londra Konferansı’nın devam ettiğini unutmamak gerekmektedir. Nitekim, konferansta, İstanbul ve Boğazların Türklerden alınmasından vazgeçilmiş ve işgaline karar verilmişti. Bundan dolayıdır ki, İtilaf devletleri, bir ay sonra İstanbul’u resmen işgal etmişler ve Meclis’in tatiline sebep olmuşlardır.
Atatürk ise Nutuk’da Misak-ı Milli’yi “Milli Mücadele’nin emel ve amaçlarını açıklayan kısa bir program”olarak tanımlarken 1922’de Ahmet Emin Yalman’a verdiği bir mülakatta ise “ barış şartları” olarak adlandırmıştır. TBMM ile onun hükümetleri ise 1920-1923 yıllara arasında Misak-ı Milli hedeflerinin gerçekleşmesi için duyarlı olmuşlardır. Bu duyarlılığın hangi seviyelerde olduğunu anlamak için TBMM açık ve gizli celse zabıtlarını incelemek yeterlidir. 
Sözün kısası, Misak-ı Milli, adından da anlaşılacağı gibi Milli yemin/milli ant demektir. Yani, Milli Mücadele hareketi, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı marifetiyle  esas amaçlarının gerçekleştirilmesi için yemin etmiş ve TBMM döneminde de bunu gerçekleştirmeye çalışmıştı. Atatürk’e göre bu beyanname, tavizsiz uygulanacak bir metin olmayıp “asgari barış şartları”niteliğindeydi. Bunu sağlayacak ise Atatürk’ün ifadesiyle “milletin gücü ve meclisin vereceği karar” olacaktı. Cumhuriyet’in ilanından sonra, bazı ifadeleri değiştirilerek yeni dönem  Türk dış politikasına uyumlu hale getirilen   Misak-ı Milli, “milli hedefleri” içermesi bakımından halihazırda güncelliğini korumaktadır.
Misak-ı Milli Penceresinden Ortadoğu
Şurası gerçek ki, Osmanlı Devleti’nin Arap toprakları bugün Ortadoğu diye anılmaktadır. Esasında Ortadoğu, Yakındoğu ve Uzakdoğu gibi kavramlar, Avrupa merkezli/Londra merkezli jeostratejik coğrafi tanımlamalardır. Dahası , Avrupalıların kendi çıkarlarına uygun olarak dünyayı siyaseten biçimlendirme arzularının bir tezahürüdür. Kabul edelim ki, Avrupalıların sömürge yarışı 16.yüzyıldan itibaren başladı. I.Dünya Savaşı’na gelindiğinde,  o ana kadar Osmanlı Devleti aleyhine işlemiş olan bu süreç, artık,  “düşman kampta olmasının etkisiyle de  Avrupalıların devletin topraklarını parçalama/paylaşma  politikalarına evrildi. 
Bunda, XIX.yüzyılın son çeyreğinde stratejik bir değer kazanan petrolün önemi büyüktü. Özellikle İngiltere, hem petrol bölgelerini, hem petrolün ulaşım yollarını ve hem de Hindistan yolundaki deniz ve kara yollarını (Mezopotamya ve Basra körfezi) kontrol etme ile Filistin’de bir Yahudi devleti kurmaya yönelik bir uluslararası politika izlemekteydi. Bunun için Arapların Osmanlı karşıtı bağımsızlık davasını desteklemekte ve hatta kışkırtmaktaydı. Fransa ise Suriye, Çukurova (Kilikya) ve Lübnan topraklarını hedef gözetmekteydi. Diğer taraftan Rusya için öncelik, sıcak denizlere ulaşmak için Boğazlar ile Doğu Karadeniz ile Doğu Anadolu idi.
Bu süreçte İngiltere ile Fransa’nın ilk girişimi Haziran 1915 tarihli De Bunsen raporunun hazırlanması idi.  Sözkonusu rapor Osmanlı Devleti’ni deyim yerindeyse kontrol ve küçültmeye yönelik  bir plan niteliğindeydi. Dört maddelik  alternatif plan şöyleydi:
1.Arap vilayetleri dışında Anadolu’da bir Osmanlı Devleti
2.Avrupa kontrolünde  Osmanlı Devleti
3. Mevcut yönetimde bağımsız Osmanlı Devleti
4.Federal bir Osmanlı Devleti
Hiç şüphesiz bu teklifler, Mayıs 1916 tarihli Sykes-Picot gizli anlaşmasının esasını oluşturdu. Bu gizli anlaşmaya göre, Bağdad-Basra arasındaki Dicle-Fırat bölgesi İngiltere’ye verilirken, Suriye’nin Akka’dan beri kuzeye doğru sahil bölgesi ile Adana ve Mersin bölgeleri Fransa tarafından işgal edilecekti. Geri kalan topraklarda ise büyük Arap Krallığı ya da Arap Devletler Federasyonu kurulacaktı. Bunun dışında Akka-Kerkük çizgisinin kuzey kısmı Fransız nüfuz alanı olarak belirlenirken güney kısmı İngiliz nüfuz alanı olacaktı. İskenderun serbest liman statüsüne kavuşacak, Filistin’de İngiliz mandasında  uluslararası bir yönetim kurulacaktı ki, bunun sonu Yahudi devleti olacaktı.
Görüldüğü gibi Sykes-Picot, Arap topraklarının Osmanlı Devleti’nden ayrılmasını öngörmüş ve bu topraklar İngilizler ile Fransızlar arasında doğrudan işgal veya dolaylı nüfuz alanları şeklinde paylaştırmıştı. Ruslara ise deyim yerindeyse “sus payı” olarak Boğazlar ve Doğu Anadolu bırakılmıştı. Nitekim sözkonusu gizli anlaşmanın uygulanması için 30 Ekim 1918 tarihli Mondros mütarekesi’ni beklemek gerekecekti. Bu mütareke esas itibariyle Osmanlı Devleti ile ilgili olmakla beraber Mısır ve Hindistan Müslümanlarının da Osmanlı Devleti’ne artık güvenilmeyeceğinin anlamaları yolunda  siyasi-psikolojik mesaj niteliğindeydi. İşte Paris Barış Konferansı, her zaman olduğu gibi savaşın galiplerinin talepleri doğrultusunda I.Dünya Savaşı sonrası yeni uluslararası düzenin temellerini atmak ve savaşın mağluplarına öngörülen şartlarda antlaşmalar dikte ettirmeyi amaçlamıştı. Tabii ki hedef devletler, Almanya ve Osmanlı Devleti idi.Paris’de başlayan süreç, Almanya için kısa sürede  ağır şartları içeren 28 Haziran 1919 tarihli Versay antlaşmasıyla  sonuçlanmıştı. Ne var ki,  tıpkı Almanya gibi Osmanlı Devleti için de Sevr antlaşması(10 Ağustos 1920) uygun görülmüşse de Anadolu’daki Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlayan Milli  Mücadele hareketi buna izin vermemiş ve süreç Lozan antlaşması imzalanıncaya kadar sürmüştü.
Hatırlatalım ki, Lozan antlaşması, Yakındoğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı’nda tarihî “ doğu sorunu”nu çözmek  amacıyla  imzalanmıştır.  Bunun anlamı,  Osmanlı Devleti’nin parçalanarak   Ortadoğu adı verilen coğrafyada,   ulus-devlet temelli Türkiye dahil çoğu Arap  yeni devletlerin kurulmasıdır. Kanaatimizce bu düzenin adı Lozan olup  savaş galibi devletlerin kurdukları global uluslararası düzenin bölgesel şeklidir. Öyle ki, Lozan antlaşması’nın hükümleri, sınırlar anlamında Türkiye dışında Suriye, Irak, İran, Kıbrıs’ı; çeşitli imtiyaz ve ayrıcalıklar bakımından Mısır, Libya, Sudan gibi devletleri ilgilendirmekte olup tamamı Türkiye’nin feragati ile hukukilik kazanmıştır. Ayrıca, Gürcistan, Bulgaristan, Yunanistan ve Adalar ile ilgili  diğer toprak meselelerine de bir çözüm getirmiştir. Bundan dolayı Lozan antlaşması ve dolayısıyla Ortadoğu bölgesinde kurulacak uluslararası alt/bölgesel düzen, Türkiye’nin rıza-tasdik ve feragatinden sonra gerçekleşmiştir. Bu düzenin kurulmasından sonradır ki, farklı düzlemlerde verilen bağımsızlık mücadelelerinin sonucunda,  1932’de Irak ve Suudi Arabistan Krallıkları 1936’da Suriye-Lübnan ve Mısır-Sudan devletleri bağımsızlıklarını ilan ettiler ki, bu sürecin ikinci safhası II.Dünya Savaşı sonrasında tamamlanmıştır. 
Sonuç olarak bugünkü Ortadoğu, siyasi olarak  I.Dünya Savaşı sonrası  gelişmeler sürecinde ortaya çıkmıştır.Bunda Wilson ilkelerinin  milletlerin selfdeterminasyon hakkını savunan 12 .maddesinin sağladığı   uluslararası meşruiyet büyük rol oynamıştır. Aynı şekilde bu ilkeye dayanan Türk Misak-ı Milli beyannamesinde yer alan Arapların kendi kendini yönetme hakkının kabulü de yeni Arap devletlerinin kurulmasını kolaylaştırmış ve bu sayede Türk Milli Mücadele önderleri, Irak ve Suriye’deki Arap milliyetçileriyle iyi ilişkiler kurmuşlardır. Ne var ki, bölgenin tarihi, siyasi, dini ve sosyal yapısına uymayan ulus-devlet temelli yeni siyasi yapılar, bölgeye barış ve istikrar kazandıracağına savaş, yıkım ve gözyaşı getirmiştir.Çünkü bu yapılar, bölge gerçeklerine göre değil, Avrupalı emperyalist devletlerin çıkarlarına göre kurulmuştur. Bugün ise Ortadoğu, Irak, Suriye ve Filistin meseleleri bağlamında bakıldığında, ABD başta olmak üzere İngiltere, Fransa, Rusya  gibi BM Güvenlik üyesi bölge dışı devletlerin işgal ve müdahaleleriyle ateş çemberinin içindedir. Bu yıkıcı sürece, İsrail gibi bölge içi bir devlet, dayatmacı ve şiddet içeren politikalarıyla hizmet etmektedir. Görünen o ki, barış, Ortadoğu bölgesine  oldukça uzaktır. 
Okuma Önerileri:
               Mustafa Budak, İdealden Gerçeğe Misak-ı Milliden Lozan’a Dış Politika, Küre Yayınları, İstanbul 2002.
                Sevtap Demirci, Belgelerle Lozan, Alfa Yayınları, İstanbul 2015.
              Peter Mansfield, Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası,Türkçesi Salih Yurdakul, Söylem Yayınları
              İstanbul 2000.
              


 

.

Yorumlar

Yorum Yap

Top