teskavlogo
Blog single photo

OSMANLI ASAYİŞ STRATEJİLERİ

Osmanlı devletinin asâyiş stratejilerinden bahsetmek için konunun kavramsal çerçevesini de çizmekte fayda var. Batıda security, safety ve confidence kelimelerinin karşılıkları Türkçe’de de bulunmaktadır. Asayiş, güvenlik ve emniyet ayrı ayrı lügat manaları taşımakla beraber, günlük dilde aynı manada kullanıldıklarını görüyoruz. “Security” kelimesini aslında tam olarak asayiş karşılığında kullanmak icab ediyor. Latince“securitas”tan türeyen “security” kelimesi gaile, keder, endişe ve gamdan uzaklık halini ifade eden, “asayiş” ile birebir örtüşen bir kavramdır. “Güvenlik” kelimesinin karşılığı “confidence”dır. “Confidence” kelimesi Latince’de “tam güven, ya da kendine tam güven” anlamındaki “confidencia” kelimesinden türemiştir. Emniyet kelimesinin tam karşılığı ise “safety”dir. “Safety” ise “salvus”, yani kurtulma, sağlık selamet anlamına gelir. Güvenlik kelimesinin Türkçe olduğunu, “küven” kökünden geldiğini, XIX. yüzyılda genellikle de olumsuz manada kullanıldığını görüyoruz. Kendine güven, biraz kibirle hemhâl olmuşluğu anlatan bir kavramdır. Onun yerine bizde emniyet kelimesi tercih edilmektedir. Asayiş tabiriyle kısaca, toplumsal olaylar, terör, ideolojik suçlar, kişiler ve/veya malvarlığına karşı işlenen suçların olmadığı hâl kasdedilmektedir. Yani Farsçasıyla “asude hal”.1
Osmanlı belgeleri tam da bu ifadeyi sürekli kullanarak reayânın hâlini, devlet ve hükümet zihniyeti olarak tasavvur eder: “asude hâl ve müreffehü’l-bâl”. Halkın kendini emniyette hissetmesi, günlük hayatını kolaylıkla ve devlete, hükümdara itimad ederek sürdürmesi beklenirdi. Devlet de bu emniyet haline halel gelmemesi için gereken bütün tedbirleri alır, ihlal edenleri de suçuna göre cezalandırırdı. Osmanlı devletinin sadece cezalarla emniyeti sağladığı düşünülmemelidir. Hazırlanan kanunnameler, vergi, mahalle, köy, idari ve adli sistemlerin belirli bir stratejiye göre kurgulandığı hemen dikkat çeker. Zaman içinde ve beyliğin imparatorluğa evrildiği süreçte yerleşen stratejiler, devletin uzun ömürlü olmasını sağlamıştır. Dikkatle incelendiğinde, ortaçağ için üretim ve coğrafyanın gerektirdiği hayatın ihtiyaçlarına göre düzenlenen bu stratejik planlamayla, Osmanlı devletinin, dünyanın kayda değer en büyük imparatorluklarından biri haline geldiği hemen göze çarpar. Bu stratejilerin ipuçlarını öncelikle yabancı kaynaklardan müşahede etmek daha çarpıcı sonuçlar çıkarmamıza yardımcı olur. Reinhold Lubenau, Seyahatnamesi’nde Klasik Dönem Osmanlı adalet mekanizması ve hukuku için enteresan mukayeseler yapmaktadır:
Türklerin en beğendiğim tarafı, şehirlerdeki kolluk kuvvetlerinin intizamı ve adaletin yerine getirilmesi hususundaki titizlikleridir. Onlar, Türk, Arap, Hristiyan, her kim olursa olsun, hiçbir ayrım yapmadan üç veya dört günde herkese hakkını teslim eder ve herkese kendi davasını dile getirme imkânı tanırlar. Ah! Keşke bizim ülkemizde de haksızlıkları yapan lanet olası avukatlar ve dava vekilleri bu kadar çoğalmasalar ve meseleleri böyle karıştırmalarına, insanların başlarına ömürleri boyunca çözemeyecekleri çoraplar örerek, haksız yere mallarından mülklerinden mahrum bırakılmalarına izin verilmeseydi. Buna karşılık avukatların, dava vekillerinin bütün zenginlikleri, evleri, arazileri, ambarları kendi üzerlerine geçirmelerine imkân sağlanmasaydı ne iyi olurdu!2
Türklerde Yargılama Subaşı adı verilen özel kolluk görevlileri sokaklarda dolaşırlar ve sendeleyerek yürüyen ya da yüzü kızarmış birini görürlerse, sırtına bir yumruk indirerek, şarap içip içmediğini anlamak için ağzını

 Prof. Dr., İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü. 1 Bülent ARI, Teyfur Erdoğdu, “Anadolu’da Asayiş’in Tarihi”, İstanbul: Tarihte Türk Polis Teşkilatı Sempozyumu, Bildiriler Kitabı, Ankara, 2013, s 326. 2 Reinhold Lubenau Seyahatnamesi, Osmanlı Ülkesinde, 1587-1589, Tercüme: Türkis Noyan, 1. Cilt, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2012, s 27.
koklarlar. Eğer şarap içmişse hemen kadının önüne götürürler. Adam orada duruma göre tabanlarına değnek vurulmak suretiyle cezalandırılır. Türklerde her türlü kötü alışkanlığın cezası vardır. Ölüm cezasını hak edecek kadar ağır olmayan suçlar, değnekle cezalandırılır. Cezalandırılan kişi, vurulan her değnek için para ödemeye ve değneği de öpmeye mecbur tutulur.
Türklerde adalet çok sıkı uygulanır ve kişinin itibarına bakılmaksızın hukukun gereği yerine getirilir.
Şehrin dışındaki mahalle ve köylerin idarecilerinin emrinde de kolluk kuvvetleri vardır. Bunlar hemen hemen birer cellat gibidirler. Ellerinde büyük topuzlarla ortalıkta gezerler ve suç işleyen birini gördüler mi, onu hemen kadının karşısına çıkarırlar. İşlenen suç idamı gerektirecek kadar önemli ise bunu Divan’a bildirirler ve Sadrazam da olayı hükümdara aktarır. Hükümdarın bu husustaki kararı ne ise o uygulanır.
Türklerin övgüye layık tutumlarından biri de şudur: Sokakta bir kavga çıksa, yoldan geçenler hemen müdahale ederler. Kavga edenleri tanısalar da tanımasalar da meseleyi hallederek hâkimin önüne gitmelerini önlemeye çalışırlar. Böyle yapmakla sevap işlediklerine inanırlar.
Ekmekçiler, ekmeklerin boyunu ufaltırlarsa, yemek dağıtanlar kendilerine bildirilenden fazla para isterlerse, ölçülerde, tartılarda müşteriyi kandırırlar, hileli mal satarlarsa cezalandırılırlar. Zira burada yiyeceklere fiyat konur ve bunu aşmak yasaktır. Keşke bizde de bu konuda böyle bir teftiş yapılsa. Çünkü satıcılar her şeyi değerinin üç katına satıyorlar. Bu gibi suçları tespit edilenlere şöyle bir ceza uygulanır: Suçlunun boynuna ortasında bir kafanın geçebileceği genişlikte bir delik olan bir tahta geçirilir. Bu tahtanın kenarlarındaki kancalara pahalıya sattığı veya hile karıştırdığı mallar asılır ve bir eşeğe ters bindirilerek herkese ibret olsun diye caddelerden geçirilir. Suçları büyük olanlar ise kafalarından geçirilen tahta ile birlikte eşeğe ters bindirilirler. Boyunlarına koyun bağırsakları asılır ve ellerine eşeğin kuyruğu verilerek sokaklardan geçirilirler. Azgın sokak çocukları onlara çamur atarlar. Daha sonra kırbaçlanırlar ve kadıya para ödemeye mecbur tutulurlar.
Kısacası burada her bakımdan sıkı bir teftiş ve cezalar uygulanır. Bizim dinimizden olmayan bu toplumda böyle bir intizamın olması övgüye lâyıktır.
Mahkemeye müracaat eden herkes kısa zamanda hakkını elde eder. Hristiyan ülkelerinde senelerce sürüncemede kalan davalar, Türklerde iki veya üç günde sonuçlandırılır. Ama davaları kesin delillere dayandırmak gerekir. Bu nedenle yalancı şahitlik vakalarına sık sık rastlanır. Davasında haksız olan herkes rüşvet vererek uzun sakallı şahitler bulmaya çalışır. Eğer kadı şahitlere inanmazsa, şahit uzun sakalını göstererek: “bu uzun sakalımla yalan mı söyleyeceğim?” diye kendini müdafaa eder. Fakat eğer birinin yalancı şahitlik ettiği ispatlanırsa, o da bir eşeğin sırtına ters bindirilerek eşeğin kuyruğu eline verilir; başının üstüne boynuz takılı külah geçirilir ve o kılıkta sokaklarda dolaştırılır; yalancı şahitlik ettiği herkese ilan edilir.3
Lubenau’nun ifadeleri Osmanlı kaynakları tarafından da doğrulanmaktadır. Bir örnek verecek olursak: Muharrem’de [1173 / 1759] iki nefer şâhid-i zor teşhiri içün çıplak hımarlara ters bindirilüb yüzüne pekmezli aşı boyası sürülüb “yalan şâhidin hâli budur” diyerek İstanbul’da vâki mahkemeleri ve müfettişler hânelerini dolaşdırub sicillâta kayd olunarak teşhir edildi. Amma kefere bu şâhidleri istihzâ etdikleri içün anlardan dahi iki şâhid bulunub te’dib ve salb olunub istihzalarına pişmân kılındı.4
Bunlar, günümüzle kıyaslandığında hafif görülse de, o zamanki toplum nazarında ağır sosyal sonuçları olan bir ceza olarak mütalaa edilmelidir. Organik bir bünye olan Osmanlı mahalle yapısı içinde neredeyse insan içine çıkamayacak derecede rezil eden bir uygulamadır. Yalancı şahit, toplum içinde bütün itibarı zedelenerek hayatına devam etmek zorunda bırakılır. Çoğu kişinin bu zillete dayanamayarak İstanbul içinde başka mahallelere, taşrada ise başka şehirlere göç etmesi kaçınılmazdır. İslam hukukunun temel direği olarak en az iki kişinin şahitliğine dayalı muhakeme usulü, tabiatıyla yalancı şahitlerin insafına bırakılamazdı. Çünkü kadılar, kendi takdir hakları yerine, kararlarını şahitlerin ifadeleri üzerine inşa eder ve mahkeme siciline

3 Lubenau Seyahatnamesi, s 331-335. 4 Şemdanizade Fındıklılı Süleyman Efendi, Mür’i’t-Tevarih, Haz. Münir Aktepe, c II A İstanbul, 1978, s. 34-35.
işlerlerdi. Bundan sonraki kararlar, hükümdar ya da Divan tarafından bu ifadelere istinaden uygulanırdı.
Suçların önlenmesinde cezaların hızlı olması kadar sert olması da caydırıcı etki yapmaktaydı. Ehl-i örf denilen ve askeri sınıfa dâhil idarecilere bu tür görevler için tahsis edilen gelirler, teşvik ediciydi. Suç ve suçlu takibinde o kadar istekliydiler ki, sancakbeyleri sık sık devre çıkıp köylerde taze mezar aramakta ve ağaçtan düşenden tutun, soğuktan ölene kadar bütün köylüyü cinayetten töhmet altına sokacak usulsüzlükler yapmaktaydılar. Bunun kendilerine getirisi cerîme ve kan öşrü tahsilatıydı. Kendisi ve maiyetinin gittikleri her köyde beslenmesi de cabasıydı.5 Su-i istimallere rağmen hükümetin köylüyü ve fukarayı korumak için sürekli tedbirler aldığı unutulmamalıdır. Bunların bazıları, aşağıda çeşitli devirlerden alınan numune kayıtlar üzerinden incelenecektir.
Tebdil-i Kıyâfet Şer’i hukukun, hayatın büyük bölümünü kapladığı malumdur. Ancak, Osmanlı devletinde örfi hukukun da önemli bir yerinin ve tatbikat sahasının bulunduğu unutulmamalıdır.6 Osmanlı devletinde çoğu zaman, Şer’i hukukun sınırlarını zorlayan cezalar, devlet otoritesini kurmada önemli rol oynamıştır. Padişahlar, Siyâsetname7 kitaplarında da tavsiye edildiği üzere tebdil gezerler, halkın ve esnafın durumunu, devlet otoritelerinin, askerlerin davranışlarını yerinde tespit ederlerdi. Bilhassa temel gıda maddeleri ve ekmek çok yakından takip ettikleri hususlar arasındaydı. Çoğu padişahın yaptığı gibi, I. Abdülhamid de kılıç alayı gününden itibaren fırınlardan ekmek numuneleri aldırdı. Tebdil dolaşan kaymakam paşa eksik gramajlı ekmek satan, mum stoklayan ve rüşvete bulaşanların bazılarını dükkânlarının önünde asarak cezalandırdı.8 Ekmek hususunda çok hassas olan III. Selim’in de tebdillerde fırıncılara acımasız davrandığına dair örnekler çoktur. Onun örfi hukukun kendisine verdiği yetkiyi halkın menfaati yönünde kullanması, esnaf arasında korku salmıştır:
Bu tavrı bugün çok sert görünse de, esnaf-halk ilişkilerinin kendiliğinden düzelmesi için diğer devlet otoritelerinin gevşek davrandığı da görülmektedir. III. Selim bir taraftan esnafı teftiş ederken, diğer taraftan da yetkililerin hatalarını âdetâ yüzlerine vurmaktadır:
Kaymakam Paşa, Evvelki gün tebdilde ekmek pek bozuk olmakla ekmekçileri sana gönderdim. Elbet kabahat hangisinde ise dükkânın önünde bugün asasın. Ben ne vakitde tebdile çıksam böyle rastgeliyorum. Sen bulmayorsun. Kabahat kapıdaki çukadarlarındır, haber veriyorlar. İstanbul Efendisine bir eyü tenbih etsün; eğer bir dahi böyle eksik görürsem İstanbul Efendisini nefy ü tebdil ederim.9
Bu hatt-ı hümâyunda dikkat çekici birkaç husus göze çarpar. III. Selim, Orta Asya Türk-Moğolİran geleneğinin devamı olarak seleflerinin yaptığı üzere tebdil-i kıyafet gezerek aksaklıkları

5 XVI. Asrın sonlarına doğru gittikçe artan bu tür yolsuzluklar için bkz. H. İnalcık, “Adaletnâmeler”, Belgeler, II, (1965), s. 104-108; krş. Latin harfleriyle neşri Çağatay Uluçay, XVII. Asırda Saruhan’da Eşkıyalık, İstanbul, 1941, vesika 1; transkribe edilmiş yeni neşri, Bülent Arı, Selim Aslantaş, (ed.), Adalet Kitabı, İstanbul: Yeditepe, 2015, s 194-203. Ek 1’de tam metni verilen bu Adâletname, Osmanlı hukuk ve vergi sistemine vâkıf olan biri tarafından satır araları dikkat ve itinayla okunduğu zaman, taşradaki durum bütün çıplaklığıyla daha iyi anlaşılacaktır. 6 Halil İnalcık, “Osmanlı Hukukuna Giriş”, AÜ SBF Dergisi, XIII (1958), 102-126. 7 Bu konuda pekçok eser bulunmakla beraber en meşhurları için bkz. Nizâmülmülk, Siyasetnâme (Siyerü’l-Mülûk), İstanbul: Dergâh, 2014; Keykavus, Kâbusnâme, İstanbul: Kabalcı, 2006. 8 Fikret Sarıcaoğlu, Sultan I. Abdülhamid (1774-1789), İstanbul: TATAV, 2001, s 6. 9 Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları, Haz. Enver Ziya Karal, Ankara: TTK, 1988, s 130.
bizzat görür.10 Ekmeklerin yenemeyecek derecede kötü olduğunu görünce, fırıncıları yakalatıp Sadaret Kaymakamına gönderir. Suçlu olanın da dükkânının önünde asılmasını talep eder. Kendisi kaç defa bozuk ekmekleri yakaladığı halde kaymakamın bu işlerle ilgilenmediğini de açıkça yüzüne vurur. Sebebi, kontrole çıkıldığında kapı çuhadarlarının esnafa haber verip kötü ekmeklerin ortadan kaldırılmasıdır. Tabiatıyla böyle giderse İhtisab Ağası da emri altında bulunan ve sürekli bu işleri takip etmesi gereken İstanbul Kadısı azledilecektir.
Rusya ile süregelen harp sırasında erzak sıkıntısı çekildiğinden, bazı dükkânlarda yiyecek stoklanmasıdır. Osmanlı esnaf narh sistemine göre asla müsamaha edilemeyecek bir durumdur. Halkın zaten kıt olan yiyeceği yüksek fiyatla almasının önüne geçmek için, yiyecek stoklayanın, dükkânının önünde hemen asılması padişahın fermanıdır. Tedbir şiddetlidir, ancak bu suretle fiyat anarşisinin önüne geçilmektedir:
Benim Vezirim, Birkaç senedir nice esbâba mebni herşey es’ar haddini tecâvüz eyleyerek bir dereceye vardı ki maazallahi teâlâ halkda geçinecek hâl kalmadı. … Şu günlerde erzak saklayan muhtekirleri ve narhından ziyâde insafsız satanları siyâset edesin ve saklayan esnafı bakkalı dükkânı önünde salb eyleyüb ibâdullaha zahmet çekdirmeyesin. Böyle vakıtda siyâsetsiz iş görülmeyeceğini bilüb ihmâl eylemeyesin.11
Bir başka örnekte I. Abdülhamid, efendisini öldürmeye teşebbüs eden gulam ve bir diğer kadının cezalandırılması için katlini yazarak: “Şer’a dahi gelmez ise emr-i veliyyü’l-emr ile sâyire ibret içün” cezanın tatbikini istedi.12 Bu cezanın Şer’i hukuk hükümlerini zorladığının farkında olmakla beraber, Sultan I. Abdülhamid, başkalarına ibret olmasını önde tutmaktadır. Aksi takdirde cinayetlerin artması kuvvetle muhtemeldir. Onun gözünde bu emir, bir asayiş tedbiridir.
Şer’iye sicillerinde yüzlerce benzerine rastladığımız aşağıdaki örnek, bir gayr-ı Müslim’in hukukunu korumak adına dikkat çeker. Silivri’den Gölcük’e misafir olarak giden, ancak yaralanmış halde cesedi bulunan babalarının katili yakalanmayınca devlete başvuran oğlu ve kızı, babalarının diyetini köy halkından talep etmektedir. Bu hususta Şeyhülislam fetvası da almışlardır. Köylü ve mahallelinin müşterek sorumluluğunu tesis eden Osmanlı hukuk ve asayiş stratejisini tasvir eden fevkalade bir örnektir:
Gekbuze nahiyesi naibine hüküm: Nevşehir kazasına tabi Silivri karyesi sâkinlerinden Vasil veled-i Mihail nâm zımmi ile kız kardeşi Desina bint-i Mihail nâm Nasraniyye Südde-i saadetime arz-ı hâl edüb babaları mesfûr Mihail veled-i Kalender zımmi Gekbuze nahiyesinde Gölcükönü nâm mahalde müsâfireten sâkin iken hâli yerde cerihan katil bulunub kâtili malum olmayub kasame ve diyeti şer’an karye-i mezbûre ahalisinden lâzım geldiğine Şeyhülislam’dan fetvâ-yı şerife verildiğin bildirüb şer’le görülüb ihkâk-ı hakk olunmak bâbında hükm-i hümâyunum recâ eyledikleri ecilden mahallinde şer’le görülmek içün yazılmışdır. Fi Evahiri Şevval sene 1170 / 9-17 Temmuz 1157. 13
Mahalleli veya köy ahâlisi, kendi bölgelerinden sorumludur. Meydana gelen bir asâyiş ihlalinde cezayı kolektif sorumluluk icâbı birlikte yüklenirler. Yukarıdaki örnekte de görüldüğü üzere, Nevşehir’den gelen ve misafir olarak bulunduğu Gebze’ye tabi Gölcükönü’nde bilinmeyen biri

10 Padişahın vazifeleri arasında bulunan ve siyasetname kitaplarında sürekli zikredilen tebdil-i kıyafet gezmesinin tavsiyesi için bkz. Keykâvus, Kabusnâme, Haz. Orhan Şaik Gökyay, İstanbul: Kabalcı, 2006, s 224-231; Ebû Osman el- Câhız, Saray Adâbı, Kitâbü’t-Tâc fi Ahlâki’-l-Mülûk, tercüme Ali Benli, İstanbul: Klasik, 2015, s 88-90. 11 Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları, s 106. 12 Fikret Sarıcaoğlu, Sultan I. Abdülhamid, s 61. 13 İstanbul Ahkam Defterleri, İstanbul’da Sosyal Hayat, c. 2, İstanbul: İBB, 1998, s 115-116.
tarafından yaralanan Mihail ölü bulunmuştur. Katilin bulunamadığı bu tür durumlarda kan bedeli köylü veya mahalleli tarafından ödenir. Burada da mağdur olan oğlu ve kızı Bâb-ı Ali’ye başvurarak, aldıkları fetvaya istinaden, diyetin köylüden tahsilini talep etmektedir. Görülüyor ki, asayişin temini sadece devlete ait olmayıp herkes yakınlarındaki olaylardan sorumludur. Hırsızı, katili, kendileri bulup devlete teslim etmekle mükelleflerdir. Aksi takdirde diyetini ortaklaşa öderler. Buna mukabil halkın da bazı hakları vardır. İşi gücü belli olmayan, mahalle veya köye ne zaman girip çıktığı bilinmeyen, tasvip edilmeyen hal ve harekette bulunan kişileri, mahkeme kararıyla mahalleden ihraç hakları vardır. Bu sayede devlete, asayişi temin için çok az bir yük kalır. Aslında şehirlerde mahalleli, taşrada köylü, kendi asayişini kendi temin eder.14 Bu stratejinin asırlar boyunca Osmanlı topraklarını batıdaki ülkelerle mukayese edildiğinde ne kadar emniyetli bir hâle getirdiği, Reinhold Lubenau seyahatnamesinde yukarıda zikredilmişti.
Mamafih, XVI. asrın sonlarına doğru, ne hazineye, ne maliyeye hiçbir faydası olmayan ve 12 sene süren İran harpleri (1578-1590), Anadolu’daki otorite zincirini darmadağın etmişti. Artık sipahiler, subaşılar ve sancakbeyleri hep seferdedir. Ardından açılacak olan Avusturya seferi (1593-1606), bozulan asayişi kontrolden çıkaracak ve bu dönemi bile mumla aratacaktır. Aşağıda Sadrazam Koca Sinan Paşa tarafından ikinci sadaretinde, 1589 yılında yazılan telhis, bir yandan eski devrin nasıl geri getirileceğine dair tedbirler teklif ederken, diğer yandan da İstanbul başta olmak üzere, Osmanlı topraklarında bozulan asayiş hakkında ipuçları vermektedir:
Biz dahi bir uğurdan olsun dimezüz, tedrîcile yap yap ‘amel oluna, hakîmâne deprenile
‘Arz-ı bende-i bi-mîkdar budur ki, Emr-i şerifleri vârid olub, “Cümle mahallât teftiş olunub şehirlu olmayan eşirrâ şehirden ihrâc olunmağa bir tedârük oluna. Merhûm Sultan Süleyman zamanında niçe defa olmuşdur” deyu fermân olunmuş. Allahu Ta‘âlâ devletlû pâdişâhıma çok yıllar ‘ömürler vire, emr-i şerifleri üzere yoklanub anun gibi şehirlu olmayub bî-kâr olan eşkıyâ görilür. İnşâallahu Ta‘âlâ her husûsda ahsen-i vech ne ise anınla ‘amel olunub hiçbir emirde taksir olunmaz. Ammâ devletlû pâdişâhım, bu makûle şenâ‘atlere mübâşeret iden hâricden olmayub şaka ile beşer onar bin akçe kazanmağla ba‘zı yere virüb cebeciliğe ve sipahiliğe ve topçuluğa ve yeniçeriliğe ve gayrı ehl-i hıref zümrelerine dâhil olan eşhâsdur. Geçende olan ulûfe fesâdı dahi hep ol asıl ehl-i şakâvet işi idi. Bu kulları sabıkan vezîr iken olur olmaz eşhâsın dirliğe dâhil olmalarına rızâ virmedüğim bu gûna ihtilâle bâ‘is olacakların az çok mülâhaza eyledüğimden idi. Hele mada mâ mada şimden sonra tedârük nedir deyu buyurulursa, devletlû pâdişâhım sağ olsun, yedi sekiz yıldan beru sû-i tedbîr ile muhtel ve müşevveş eyledükleri umûru bir ayda üç ayda tashih idelüm dirsek zor-ı mahz olur.15
Sultan III. Murad İstanbul’daki bütün mahallelerin teftiş edilerek, Kanuni Sultan Süleyman zamanında defalarca yapıldığı üzere şehirde ikâmeti olmayanların ihracını emretmişti. Fakat Sadrazam Sinan Paşa, rüşvet karşılığı olur olmaz kişilerin yeniçeriliğe alınması sonucu şehirde eşkıyalığın arttığını ifade etmektedir. Hatta kısa bir süre önce, akça tağşişi yüzünden Sarayda meydana gelen ve daha önce misli görülmemiş Divan’ın basılıp vezirlerin taşlanması isyanı da bu tarz usulsüzlükler yüzündendir.16 Sinan Paşa, senelerdir yapılan sui-istimallerin birkaç ayda

14 Özer Ergenç, “Osmanlı Şehrindeki “Mahalle”nin İşlev ve Nitelikleri Üzerine”, Osmanlı Araştırmaları, IV, (İstanbul: 1984), 69-78. 15 Koca Sinan Paşa Telhisleri, Haz. Halil Sahillioğlu, İstanbul: IRCICA, 2004, s 100. 16 Darbhâne mültezimi Nissim, Gelibolulu Mustafa Âlî’nin ifadesine göre “bir badem yaprağı kadar ince ve bir şebnem katresi kadar hafif” yeni sikkelerden numûne getirerek, bunların Yeniçeri ulûfelerini ödemek üzere kabul edilmesi halinde 200 bin akça hediye teklif etti. Sarayda ve vezirler üzerinde nüfûz sahibi Beğlerbeği Doğancı Mehmed Paşa takdim edilen hediyeyi alarak yeniçeri ulûfelerinin bu sikkelerle ödenmesini Defterdara emretti. Yeniçeriler çarşı pazarda ellerindeki akçaların değerinin yarıya düştüğünü göründe şikâyete başladılar. Şeyhülislam Şeyhî Efendi’ye giderek esnafa bu akçaları zorla vermenin caiz olup olmadığını sordular.
düzelemeyeceğini açıkça söyleyince, Sultan III. Murad, “hemen düzelt demiyoruz, yavaş yavaş üstüne git, tedbiri elden bırakma” mealindeki hatt-ı hümayununu yazmıştır. Filvâki Osmanlı döneminde kayda geçen olayların çoğu İstanbul’dadır. Sarayın, Bâb-ı Ali’nin, Yeniçeri odalarının İstanbul’da bulunması ve dünyanın sayılı şehirlerinden olması hasebiyle taşradan sürekli nüfus çekmektedir. Taşra’da şehirler küçük, asker az olduğu için asayişin temini de kolaydır. Halbuki İstanbul’un emniyeti için başta gelen tedbir, şehirli olmayanın ihracıdır.
Emniyet-asâyiş işlerinde Sadrazam, İstanbul Kadısı ve Bostancıbaşı’nın sorumluluğuna rağmen, padişahın olan bitenden haberdar olması tercih edilmiştir. XVIII. asrın önemli kaynaklarından Telhisü’l-Beyan, tebdil gezmenin ve casuslardan bilgi almanın faydasını dile getirir:
Padişahın müstakil ve mahfi casusları olub, hem casus kullanır idi. Ve hem kendüleri tebdil-i suret gezerlerdi. Amma kendüler gezmeden câsus kullanmak yeğdir. Halkın ahvâlini bilmekde fâide çokdur. Herkes padişah hazretleri bizim ahvâlimize vâkıflar deyu anlar ki hıdmet ederlerdi. Men-i zulme bundan eyi meslek olmaz. Ümerâ ve kuzâtın ahvâlini bildikden sonra zâim olanların sezasına cezâsın vermek lâzımdır.17
İstanbul Boğazı’nın Teftişi İstanbul pâyitaht olduğundan şehrin emniyet ve asayişine daha fazla önem verilirdi. Bunun için istihbarat da ayrı bir kıymeti hâizdi. Nasıl ki köylerde reaya isim isim deftere kaydediliyor ve mahkemelerde göç, köyünü terketme, vergi vermeme gibi durumların tespiti için kaynak teşkil ediyorsa, Bostancıbaşı Boğaziçi’nin tüm sakinlerini tespit ederdi. Boğaziçi’nde Rumeli yakasında Haliç ağzında Yalı Kasrı’ndan Bahariye’ye, Karaağaç Kasrı’ndan Haliç kıyıları ve Rumeli Kavağı’na, Anadolu yakasında Anadolu Kavağı’ndan Haydarpaşa’ya kadar leb-i deryadaki cami, mescid, sahilsaray, kasr, yalı, ev, kayıkhane, kahvehane, dükkân, mahzen, boş arsa sahiplerinin isimleri Bostancıbaşı Defterlerinde kayıtlıydı. Bostancıbaşı Defterleri hükümdarın filika-i hümayun ile Haliç veya Boğazda dolaşırken dikkatini çeken ve merakını celbeden bir yeri veyahut bu yerin sahibini derhal öğrenmesi için önüne konulmak üzere tanzim edilmişlerdir. Padişah, binişte veya tebdilde Saltanat kayığıyla geçerken yalıları, evleri ve arazileri sorup öğrenirdi. Bostancıbaşı Ağa bu sahil rehberini tanzimde tek ve tam yetkili kişiydi.18
Köyden Göçün Engellenmesi Kanuni Sultan zamanındaki zenginliğin, şehre her taraftan nüfus akınını hızlandırdığı malumdur. Şehir her ne kadar bütün bu yeni gelenleri barındırsa da yerlerinden kaçanlar Anadolu’yu boş bırakarak sipahilerin vergi gelirlerinin azalmasına yol açıyorlardı. Reayanın köyünde kalması Osmanlı asayiş stratejisinin en önemli unsurudur. Nüfusun %90’dan fazlasının köylerde yaşaması hasebiyle şehirler mümkün olduğunca küçük tutulmuş, ancak kendi civarlarındaki mahsulatla yaşayacak kadar bir cesâmete ulaşabilmişlerdir. İstanbul

“Haramdır” cevabını alınca Divan’ı basarak olay çıkardılar. Nasihatları dinlemeyip “elbette beğlerbeği başı elimize gelmeyince bugün Divan’dan taşra çıkmazuz; mâ-hasal yaramaz olur, yerine padişah buluruz onat görsün” diyerek işi padişahı tehdide kadar vardırdılar. Çaresiz Doğancı Mehmed Paşa idam edildi. Günahsız Defterdar Mahmud Paşa da aynı âkıbete uğradı. Adalet köşkünden Yeniçerilerin baskınını seyredip küfürlerini işiten Sultan III. Murad, bu işte sorumlu gördüğü bütün Osmanlı hükümeti mensuplarını azletti. Şeyhülislam Şeyhî Efendi, sadrazam Siyavuş Paşa, vezirler İbrahim Paşa ile Cerrah Mehmed Paşa azledildiler. Sinan Paşa ikinci defa olarak sadrazamlığa tayin edildi. Selânikî Mustafa Efendi, Tarih-i Selânikî, Haz: Mehmet İpşirli, c 1, İstanbul: İ.Ü. Ed. Fak., 1989, s 209-211; İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c 3, s 112-113; von Hammer, Tarih-i Devlet-i Osmaniye, Tercüme Mehmed Atâ, c 7, İstanbul: 1332, s 159-160. 17 Hezarfen Hüseyin Efendi, Telhisü’l-Beyan fi Kavânin-i Al-i Osman, Ankara: TTK, 1998, s 179. 18 Reşad Ekrem Koçu, “Bostancıbaşı Defterleri”, İstanbul Enstitüsü Mecmuası, IV (1958), 39-40.
denizden gelen erzak ve buğdayla beslenebildiği için bunun istisnasıdır. Köyde kalan reayanın üretimi vergilendirilerek bir sipahinin gelir kaynağını oluşturmaktadır. Reayanın gelişigüzel köyünü terketmesi hem kıt olan hububat üretimini hem de sipahinin vergi gelirinin azaltacaktır. Bu da bir sefer halinde ordu mevcuduna zarar verecektir. Çünkü Sipahiler Osmanlı ordusunun Klasik dönemde belkemiğini oluşturmaktadır. Sipahiler hazerde ise taşradaki asayişin jandarma gibi koruyucusudur. Subaşına bağlı olarak büyük birlikler teşkil ederler ve isyan, eşkıyalık benzeri hareketleri derhal bastırırlardı. Bu sebeple köylü istediği yere yerleşemez ve köyünü kolay kolay terk edemezdi. Mamafih, kaçanlar, izini kaybettirenler, başka yerlerde defterlere kaydolanlar her zaman vakidir. Aşağıdaki vesikalar köyünden ayrılanların akıbetine dair bazı örnekler vermektedir. Bu stratejinin Avrupa’daki feodalizme benzediğine dair akademik tartışmalar yapılmıştır. Avrupa’da Senyörlerin keyfi tutumlarının, serf olan köylüyü malikanelerle birlikte alıp satmalarının aksine, Osmanlı’da devlet otoritesi mutlak olup, sipahiler tayinle gelir azille giderler. Kanun rejiminin ve kadıların, haklı görülmesi halinde köylünün hukukunu koruduğu görülmektedir.19
Şehirde kendilerini rahatça saklayabilecekleri ve iş bulabilecekleri için kitleler halinde göç daha çok İstanbul’a yapılmaktadır. Sur içinin son derece kalabalık ve göç edenlere yer olmamasına binaen, Eyüp, Kasımpaşa ve Kadıköy gibi bölgelerde yeni yerleşimciler hızla çoğalıyordu. Hepsinin kayda alınmasını bir fermanla talep eden II. Selim, yenilerinin de gelmesine ve sahillerde inşaat yapmalarına mâni olunmasını emretmektedir:
Yazıldı, Fi 27 Safer sene 975 [2 Eylül 1567] Haslar Kadısına Hüküm ki, Rumili ve Anadolu’dan bazı reaya yirlerin ve çiftlerin koyub birer tarik ile mahruse-i İstanbul’a gelüb kimi İstanbul’da ve kimi Hazret-i Eyyüb ve Kasımpaşa’da derya kenarlarında mesken edinüb yirleri hâli kalub eğer sipahiye ve eğer mâl-i miriye ol ecilden zarar müterettib olduğundan ma’dâ, mahrûse-i mezbûrenin kadimi sâkinlerinin maişetleri bâbında müzayakaya sebeb oldukları ecilden, ol makule beş yıldan beru gelüb ev binâ edüb temessük edenler vesâyir her mahallerde ne mikdâr vardur, mülk ü vakf ne mikdâr yazılub bilinmek lâzım olmağın ve min-ba’d anun gibi yalılarda izn-i şerifüm olmadın ev binâ olunmasına rızâ-yı şerifüm olmamağın, Dergâh-ı Mu’allâm çavuşlarından Mahmud -zide kadruhu- mübâşir ta’yin olunub buyurdum ki, Vusûl buldukda bu bâbda bi’z-zat mukayyed olub taht-ı kazândan deryâ kenarlarında vâki olan mahallâtı Fener’e çıkınca ve Kasımpaşa deresi mahallâtı yoklayub teftiş edüb göresin; her mahallede ne mikdâr hâne olub vakf u mülk ne mikdardur ve sâkin olanlar ne yirden gelmişdür; defter edüb anun gibi eğer Rumeli’nden ve eğer Anadolu’dan ve gayrıdan her kim gelüb beş yıldan beru temekkün etmiş ise ger sâhib-i mülk ger gayrıdur, her biri ne yirden ve ne makûle âdemdir, ne zaman gelmişdür; anları dahi müstakıl defter edüb ve min-ba’d her mahallenün imamına ve müezzinine ve kethüdalarına tenbih ü te’kid eyleyesin ki, ba’de’l-yevm anun gibi yalılarda hâricden gelmiş kimesneye yir yurd etdürmeyüb izn-i şerifüm olmadın20 …..
Bâb-ı Ali’nin asayiş için aldığı tedbirlerden biri, mümkün olduğunca kimsenin köyünü terk etmemesidir. İkinci önemli tedbir ise bu tür insanların biraraya gelip kalabalık oluşturup kendi halinde yaşayanlara zarar vermeleridir. Bilhassa gençler, kontrolsüz kalabalıklar halindeyken, medrese talebesi de olsalar devlet erkânının gözü üzerlerindedir. Hele bir de silahlıysalar, teyakkuz halinde olmak gerekir. Fermanda bahsedilen “gurbet” tayifesi köyünden ayrılmış ve çoğu zaman sabit yerde mukim olmayan ve devlet nezdinde tehlikeli addedilen gruplardır. Sultanönü Sancakbeğine gönderilen ferman, II. Selim devrinde taşrada asayişin temini için

19 Reayanın durumu için bkz. Halil İnalcık, “Köy Köylü ve İmparatorluk”, V. Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi, Tebliğler, M.Ü. Türkiyat Araştırma ve Uygulama Merkezi, İstanbul, 21-25, Ağustos 1989, Ankara: TTK, 1990, 1-11; Ömer Lütfi Barkan, “Türkiye’de Servaj Var mı İdi?”, Belleten, Sayı 78, Cilt: XX (1956 Nisan), 237-246. 20 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mühimme Defteri 7, Ankara: Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, C I, s 67.
alınan tedbirlere güzel bir örnektir. Ferman gerekli tedbirleri almaması hâlinde Sancakbeyinin sorumlu tutulacağını da şiddetli bir dille hatırlatır:

Yazıldı, Fi 23 Rebiülahir sene 975 [27 Ekim 1567]
Sultanönü Beğine Hüküm ki,
Sancağında bazı gurbet belirüb fesâd ü şenâat üzere olub Müslimanlara zarar u ziyan üzere oldukları i’lâm olundu. İmdi, bir yere sancakbeği nasbolunmakdan murad, ol yiri görüb gözedüb ehl-i fesâdı ele getürüb hakkından gelüb reâya vü berâya âsûde olmakdır. Sancağında ol asl gurbet tâyifesi olub fesâd ü şenâat üzere ola, dahi hüsn-i tedârük ile ele getirüb dahi hakkından gelmeyesin, bu senün ihmâlinden veyâhud hıfz u hirâsete adem-i iktidârundan nâşidür. Buyurdum ki,
Vusül buldukda, te’hir ü terâhi etmeyüb anun gibi sancağında gurbet tâyifesinden veyahut suhteden ehl-i fesâd ve şenâat üzere olanları her kande ise hüsn-i tedârük ile ele getirüb dahi ahvallerin toprak kadıları marifetiyle teftiş edüb, şer’le fesâd ü şenâati sâbit olan eğer gurbetdür, eğer suhtedür ve gayrıdur; lâzım geleni mahallinde icrâ edüb yerine koyasın. Ehl-i fesâd ü şenâat sipâhi ise hapsidüb arzidesün. Sonra ol bâbda emir ne veçhile sudur eder ise mucibiyle amel edesin ve min-ba’d basiret üzere olub, eğer gurbet eğer suhte tâyifesidür; birkaçı bir yere cem’ olub yerağ u yasak ile gezdirmeyüb anun gibi gurbet u suhte birkaçı bir yerde yerağ ile bulunanları tutub hapsidüb arzidesin. Şöyle ki ba’de’lyevm ehl-i fesâd Müslimanlara zarar u ziyan etdükleri istima’ oluna veyâhud kadılar arzeyleyeler, her veçhile özrün makbul olmayub neticesi sana âid olur; dâyima tedârük üzere olasın.21
Reayanın köyünden ayrılmaması esas olmakla birlikte bütün kapılar kapatılmış değildir. Defterde kayıtlı olduğu sipahiye, (köyünü terketme ve sipahinin vergi kaybına sebep olmakla tazminat olarak) Çiftbozan Resmi ödemesi halinde başka yere göç edebilir. Bu hem vergi kaybına sebep olmamak hem de nüfusun kontrolsüz biçimde oradan oraya hareketini ve asayişi bozmalarını engellemek içindir. Sancak kanunnamelerinde reaya ve sipahinin hakları emniyete alınmıştır. Mamafih bazı sipahiler kendi reayası olduğuna inandıkları kişileri geri getirmek veya Çiftbozan Resmi tahsili için mahkemelere müracaat etmektedirler. Aşağıdaki bir mahkeme kaydına göre, başka bir yerde vakıf arazilerini ekip biçme karşılığı vergilerini oraya ödeyen bir gayr-ı Müslim’i haklı bularak sipahinin talebini reddetmiştir. Üstelik sipahi, defterde raiyyetin kaydını da gösterememiştir. Görülüyor ki, yeri yurdu belli ve sabıkası olmayan kişileri, vergisini belli kayıtlara istinaden ödeyen herkesin hakkını korumaktadır:
Aksarây Kazâsına tâbi‘ Akhisâr nâm karye ve gayrıdan timâra mutasarrıf olan Mehmed Beg nâm kimesne meclis-i şer‘-i hatîr-ı lâzımu’t-tevkîrde mahmiye-i Konya Kazâsı’na tâbi‘ Sille nâm karye sâkinlerinden râfiu’l-kitâb Zânibe veled-i Aslan nâm zimmî muvâcehesinde üzerine davâ ve takrîr-i kelâm idüp, “mezbûr Zâbine tîmârım olan karye-i merkûmdan olup raiyyet ve raiyyeti evlâdından olmağıla, mukaddemâ babası rıhlet idüp karye-i merkûmede mutavattın olmağın, yedimde olan sûret-i defter-i hâkânî mûcibince çift bozan ve resm-i raiyyet taleb iderin sual olunsun” didikde, gıbbe’s-su’âl mezbûr Zâbine cevâbında “ben âbâ-an-ced karye-i merkûmede sâkin olup mukaddemâ muharrer-i cedîd hîn-i tahrîrde üzerime edâsı lâzım gelen cizye ve rüsûmu mahmiye-i merkûmede vâki Sultân Alâeddîn -tâbe serâhu- câmi-i şerifi evkâfına hâsıl kayd idüp cizye ve resm-i raiyyetimi mütevellisine be-her sene edâ iderin; babam ve ceddim ismleri sipâhî mezbûr Mehmed Beg’in sûreti defterinde mukayyed değildir ve reayâsı değilim; lâkin geçen sene Celâli Hâdim Karındaşı Haşan tevâbiinden biri, “ben subaşı oldum” deyu cebren bir kaç akçam aldı” diyücek, mezbûr Mehmed Beg’in yedinde olan sûret-i defterine nazar olundukda, mezbûr Zânibe’nin babası ve ceddi isimleri mukayyed olmamağıla, min-ba‘d dahî mezbûr Zâbine hilâf-ı şer‘ ü kânûn ve hilâf-ı defter-i hâkânî rüsûm-ı raiyyet talebinden mezkûr Mehmed Beg men birle mâ-vaka‘a li-ecli’t-temessük bi’t-taleb ketb olundu.

21 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mühimme Defteri 7, Ankara: Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, C I, s 66-67.
Hurrire fî’l-yevmi’s sâbi‘ min şehr-i Recebi’l-ferd li-sene seb‘în ve elf (7 Receb 1070 / 19 Mart 1660).22

Aşağıdaki vesikada ise eski köylüleri, çoktandır Konya’ya yerleşip imam olan Musa Halife’yi alıp götürmek istemektedir. Burada askeri sınıfın dahli görülmemekle birlikte, kendi köylülerinin, imam olan birini geri getirme talepleri öne çıkmaktadır. Köyde imamlık yapacak okur yazar ve dinin eğitim alan biri zor bulunduğundan, uyanık sakinleri, kendi köylüleri olan ve şehirde yerleşik eğitimli birini mahkemeye vererek şehirden ihraç ettirmek hevesindedirler. Başına geleceklere dair tedbirini önceden alan imam Musa Halife, (beratsız şehirde imamlık yapma imkânı olmadığından) hem imamlık beratı hem de “imamlık yaptığı müddetçe köyüne gönderilmesin” ibareli ferman almıştır. Bu vesikaları mahkemeye ibraz edince köylüleri müdahaleden men edilmişlerdir. Kanun, göç ettikten sonra uzun süre belirli bir yerde sâkin olanların düzenini bozacak davranışlardan kaçınmaktadır:
Belvîrân Kazâsı’na tâbi‘ Erkalan nâm karye ahâlisinden Mûsâ bin Ahî ve Satılmış bin Sefer ve Süleymân bin Abdullah nâm kimesne meclis-i şer‘-i hatîr-ı lâzımu’t-tevkîrde mahmiye-i Konya’da Dehüdâ Mahallesi imâmı râfiu’l-kitâb Mûsâ Halîfe bin Mustafâ mahzarında ikrâr ve takrîr-i kelâm idüp “mezbûr Mûsâ Halîfe mukaddemâ karye-i merkûmeden olup on altı sene mukaddem kalkup mahalle-i mezbûrede sâkin ve imâm olmuş. Lâkin mezbûr Mûsâ Halîfe mahalleden kalkup karye-i markûmede iskân murâd ideriz, sual olunsun” didiklerinde gıbbe’s-su’âl mezbûr Mûsâ Halîfe cevâbında “karye-i merkûmeden on altı sene mukaddem kat‘-ı ‘alâka idüp tekâlifi icâb ider emlâk ve arâzîden bir nesnem olmamağıla gelüp on altı senedir mahalle-i merkûmede imâm olup imâmet berâtı olduğundan maada, on altı sene mahallede sâkin olup berât-ı alîşân ile imâm oldukça karye-i merkûmeye kaldırmayasız deyu yedimde emr-i şerîf-i alîşân vardır” deyu ibrâz idüp bi’l-muvâcehe feth ü kırâ’at olundukda mazmûnu takrîr-i meşrûhuna mutâbık olmağın, ber-mûcib-i emr-i şerîf bî-vech muarazadan ahâli-i karye men‘ birle mâ-vaka‘a bi’ttaleb ketb olundu. Hurrire fî evâil-i şehr-i Rebî u’l-evvel li-sene ihdâ ve seb‘în ve elf (1-10 Rebîu’l-evvel 1071 / 4-13 Kasım 1660) 23 Sipahiler şehirlerde tespit ettikleri eski köy reayasını mahkemeye verip Raiyyet Rüsûmu24 talep etmektedirler. Yukarıda zikredildiği üzere sipahilerin geçimi, köylüden aldıkları ve kendilerine tahsis edilen vergilerdir. Kaçan köylüyü de zorla getirip yerleştirme hakkına sahiptir. Aşağıdaki vesikada timarlı Sipahi Abdülgani Bey, tespit ettiği beş kişiyi mahkemeye vererek kendi hakkı olan vergiyi talep etmektedir. Ancak bu kişiler iddiayı reddederek uzun zamandır şehirde oturduklarını ifade ettikleri gibi, sipahi Abdülgani Bey bunların kendine kayıtlı olduğunu ispat edecek defter sureti gösterememiştir. Tabiatıyla dava sipahinin aleyhine olarak reddedilmiştir:
Erbâb-ı tîmârdan olup İç-il Sancağında Ezinebolu nâm karye ve gayrıdan tîmâra mutasarrıf olan Abdulganî Beg ibn Hoca Alî nâm kimesne meclis-i şer‘-i hatîr-ı lâzımu’t-tevkîrde mahmiye-i Konya’da Akıncısultân Mahallesi sükkânından ashâb-ı hâze’l-kitâb el-Hâc Mustafâ ve el-Hâc Alî ibn el-Hâc Ahmed ve Ebûbekir ibn el-Hâc Mehmed ve Hüseyin ve el-Hâc Ebûbekir ibn Kadrî nâm kimesneler mahzarlarında üzerlerine davâ ve takrîr-i kelâm idüp “mezbûrûn el-Hâc Mustafâ ve el-Hâc Alî ve Ebûbekir ve Hüseyin ve el-Hâc Ebûbekir nâm kimesnelerin cedleri mukaddemâ karye-i merkûmeden olub raiyyet ve raiyyetim oğullarından olmağıla rüsûm-ı raiyyet taleb iderin, suâl olunsun” didikde, gıbbe’s-su’âl, mezbûrûn cevâblarında “bizim ceddimiz ve babalarımız seksen seneden berü mahalle-i merkûmede sâkin olup ve muharrer-i cedîd hîn-i tahrîrde her birimizi mahalle-i merkûmeye tahrîr idüp ve üzerimize hâne kayd idüp vâki olan tekâlifi mahalle-i merkûme ahâlisiyle maa edâ ve teslîm idüp min ba‘d ra‘iyyet ve raiyyet oğulları değiliz” deyu inkâr itmeğin, sipâhî-i mezbûr Abdulganî “benden ra‘iyyet ve ra‘iyyet oğulları olduğuna sûret-i defter-i hâkânî taleb olundukda sûret-i defter yokdur” diyücek, mâdâm ki sûret-i defterde kayd-ı raiyyet ve raiyyet oğullarını nâtık sûret-i defter olmadıkça mezbûrûn el-Hâc Mustafâ ve el-Hâc Alî ve Ebûbekir ve Hüseyin ve el-Hâc Ebûbekir’den rüsûm-ı ra‘iyyet talebinden merkûm Abdulganî
22 Konya Şer’iye Sicili, No 10, (1070-71/1659-61), Haz. İzzet Sak, Konya: Konya Kültür AŞ, 2014, s 23. 23 Konya Şer’iye Sicili, No 10, s 315. 24 Bkz. Halil İnalcık, “Osmanlılarda Raiyyet Rüsûmu”, Belleten, C XXIII, (1959) 575-610.
Beg men birle mâ-vakaa bi’t-taleb ketb olundu. Hurrire fî evâsıt-ı Cemâziye’l-ûlâ li-sene ihdâ ve seb‘în ve elf. (11-20 Cemâziye’l-evvel 1071 / 12-21 Ocak 1661). 25 Seyahatlerin Kontrol Altında Bulundurulması
Bütün Osmanlı tebaası ve ecnebilerin ülke içinde seyahatleri izne tabiydi. Kapitülasyonlara istinaden gelip alış veriş eden yabancı tüccar ile ne maksatla geldiği olmayanları birbirinden ayırmak için seyahatler takip edilirdi. Belgelerin tanzimi için müracaat mercii elçi ve konsoloslardı. Bu sayede casus ve ajanların kontrolsüz biçimde oradan oraya dolaşmalarına imkân verilmezdi. Osmanlı topraklarında seyahat edeceklerin almak zorunda oldukları “yol hükmü”nün XIX. yüzyıldaki adı “Mürûr Tezkiresi”dir. Önceleri elle yazılan bu tür kâğıtlar XIX. asırda matbû vesikalara dönüşmüştür. Gerekli yerler ise elle doldurulmaktaydı.
Fotoğraf olmadığı için, su-i istimalleri ve başkasının kullanmasını engellemek için seyahat edecek şahsın eşkâli belge üzerinde kaydedilirdi. Şahsın yaş, boy, sakal-bıyık ve göz rengi belirtilirdi. Yolcu, geçtiği yerlerde, giriş çıkış yaptığı şehirlerde bu tezkireyi ibraz ederdi. Bir bölgeden çıktıklarında, tezkirenin arkasına ayrıldıklarına dair şerh konur, mühür basılıp tarih atılırdı. Eğer geçilen yerde herhangi bir salgın hastalık varsa tezkire sahibinin bu hastalığı taşımadığına dair not yazılırdı. Asayiş ve emniyet açısından mahallî idarecilere kolaylık sağlayan ve kayıtsız iç göçü de bir ölçüde kontrol eden bu usûl, aynı zamanda seyahat belgesini elinde tutanı da geçtiği yerlerde keyfî uygulamalardan, ilgisi olmayan meselelere maruz kalmaktan muhafaza ederdi.
Mürûr Tezkiresi XIX. yüzyılda şehrin idarecileri ve kadı tarafından verilmekteydi. Başka bir şehre gitmek isteyen, mahalle imamından nereye ve hangi maksatla gideceğine dair bir pusula alır, kadıya bunu gösterir ve harcını ödedikten sonra tezkire hazırlanırdı. Medrese talebeleri izinli olduklarında müderrislerinin kendilerine kefil olmaları halinde tezkire alabilirlerdi. Mürûr Tezkiresi bilhassa 1830’lara doğru önem kazandı. Nüfus işleriyle ilgili Defter Nezâreti oluşturulunca bu nezârete havale edildi. Tanzimat’ın hemen ardından 1841’de çıkarılan Men‘i Mürûr Nizâmnâmesi memleket içerisinde seyahati yeni bir nizam altına almıştır.26
Avrupa ve Balkanlar’dan İstanbul’a geçişlerin son kontrol noktası Edirne’dir. Sadece reaya değil, ilmiye ve askerîden olanlar dahi Edirne’de alıkonup İstanbul’a geçişleri engellenmekteydi. Bunların ancak padişah fermanıyla yola devam etmelerine izin çıktığı görülmektedir. XVII. asır kayıtlarında bu gibi seyahatler için çok sayıda vakaya rastlanır. Görev icabı Rumeli yakasına geçip dönmek isteyen mutasarrıf, kadı, müderris ve mollalar Edirne’den öteye kolay kolay geçemezler:
Edirne kadısına ve Edirne Bostancıbaşısına ve Edirne’den Asitâne’ye gelince yol üzerinde vâki kuzât ve nüvvâb ve Kethüdayerleri ve Yeniçeri Serdarlarına hüküm ki,
Sâbıka Üsküb sancağına mutasarrıf olan İbrahim –dâme ikbâlehû- gelüb mûmâileyh Üsküb sancağına mutasarrıf iken liva-i mezbûr âhara tevcih olunmağla, bu dahi ma’zûlen bu tarafa gelmek üzere Edirne’ye vürûdunda bundan akdem sâdır olan emr-i şerifime imtisâlen mümânaat olunduğun bildirüb, mürûruna mümanaat olunmamak bâbında emr-i şerifim ricâ etmeğin vech-i meşrûh üzere bigâne âdem istishâb eylemeyüb ancak kendü âdemleriyle müruruna mümânaat olunmaya deyü yazılmışdır. Fî Evâhir-i Şevval sene 1155 (19-27 Aralık 1742) 27
Reayanın bu tarz seyahatleri de izin çerçevesinde gerçekleştirilebilirdi. Genellikle bir yılla sınırlandırılan mürur tezkireleri, yol güzergâhındaki yetkilileri de haberdâr eder, bir vukuat halinde, kendilerini de töhmet altında kalmaktan kurtarırdı. Kadılar bu tezkireleri sicille

25 Konya Şer’iye Sicili, No 10, s 388. 26 Mübahat Kütükoğlu TDV İslam Ansiklopedisi, C 32, s 61. 27 İstanbul Ahkâm Defterleri, İstanbul’da Sosyal Hayat, C 1, İBB Kültür Aş, 1997, s 40.
işler, böylece kendilerini emniyete alırlardı. Aksi takdirde katl, yaralama, hırsızlık, firar gibi suçlardan takibata uğrayanların mesuliyeti, yardım ve yataklıktan kendi bölgesine yıkılabilirdi:
Edirne kadısına ve Asitâne-i Saâdetümden Edirne’ye varup gelince yol üzerinde vâki olan kadılar ve nâiblere ve zâbitâna hüküm ki,
Dört nefer hâtunlar. Âsitâne-i Saâdetüme gelüb bunlar an asl İstanbul’da Altımermer Mahallesi sâkinlerinden olup lâkin Edirne câniblerinde olan bazı çiftlik ve emlâklarının hesâb u kitâbını görmek içün o tarafa gitmeleri iktizâ etmeğle, zehâb ü iyâblarında mürurlarına mümânaat olunduğun bildirüb esnâ-yı râhda ve zehâb-ı rücûlarında mürurlarına mümânaat olunmamak bâbında emr-i şerifim ricâ eyledükleri ecilden vech-i meşrûh üzere dört neferin iyâb u zehâblarına mümânaat olunmamak içün yazılmışdır. Fî Evâil-i Cemâziyelâhir sene 1155 (3-12 Ağustos 1742) 28
XIX. asır Jurnal defterleri, şehir tarihi bakımından önem arzeder. Şehre giriş-çıkış trafiğini zapteden bu defterler, bize hangi maksatlarla başka şehirlere gidildiğini de gösterir. Defterin genel incelenmesinden de görüleceği üzere, askeri sınıftan çok sayıda seyahate rastlanmaktadır. Yani onların da hareketleri daima kontrol altındadır. Aşağıdaki örnek vesikada, mürûr tezkiresi alarak bir çavuş memleketi Kastamonu’ya gelmiştir. Gelişi Jurnal defterine kaydedilmiş olan çavuşun, alayına dönmek üzere yola çıkması üzerine mahkemede kadı tarafından tezkirenin arkasına mühür vurulmuş ve durum tekrar kayıt altına alınmıştır:
İşbu sene-i mübareke Ramazan-ı Şerifinin on ikinci Cuma günü bâ-tezkire vusulü Kastamonu jurnaline kayd olunan Der-Aliyye’de Tophane-i Amire’nin altıncı alayının altıncı bölüğünde dördüncü çavuş Kastamonulu orta boylu kara bıyıklı yedinde mevcud Darü’l-hilâfe-i aliyye mahkemesine vilâyetine mürurunu hâvi ita buyurulmuş olan mürûr tezkiresi zahrına Kastamonu mahkemesinden fî 2 Şevval 1254 tarihiyle olunan işâret-i temhir mucibince Der-Aliyye’ye alayına azîmet şûd.29

Ahlâki Kabahatlerin Takibi
Asayişi bozan, kanun ve nizamlara muhalif hal ve hareketi tespit edenler sipahi ve subaşılardır. Onlara tayin edilen Resm-i niyâbeti30 tahsil için en ufak meseleleri bile (günümüzdeki kamu davası benzeri şekilde) bizzat takip ederler. Taşradaki sükûnet çoğunlukla bu yüzdendir. Merkezi hükümetin ulaşamadığı taşralarda suç, şikâyet olmasa dahi takip altındadır. Suçun mahkeme ilamıyla ispatı halinde ceza tahsil ederler. Bu tür cezalar onlar için ilave gelir kaynağı olduğundan, suçlu kolay kolay ellerinden kurtulamaz. Ancak, su-i istimallerden biri de bazen zorlama ifadelerle halktan para koparmaya çalışmalarıdır. Aşağıdaki örnekte, Konya’da şehir subaşısı, nâ-mahremden çekinmediğini iddia ettiği bir hanımı, ilgili adamla birlikte kadı önüne çıkarıp tespit talep etmektedir. Maksadı ceza tahsil etmektir. Çünkü kanunnameler, şehirlerde subaşılara, asayişsizliğe mahal verecek fuhuş ve zina olaylarını da takip ve para cezası alma yetkisi tanımaktadır. Ancak mahalleli hem kadının hem de adamın kendi hallerinde ehl-i namus kişiler oldukları hususunda ifade vermişler ve zanlıları beraat ettirmişlerdir:
Mahmiye-i Konya’da hâlâ şehr subaşısı olan Mehmed Ağa meclis-i şer‘-i şerife Çifte Nerdübân Mahallesi sâkinlerinden râfi‘u’l-kitâb Sefer bin Mehmed ve Hüsnâ bint-i Murat nâm kimesneleri ihzâr ve muvâcehelerinde takrîr-i kelâm idüp “merkûme Hüsnâ kendüye nâ-mahrem olan mezbûr Sefer’den içtinâbı yokdur deyu istima eyledim, keyfiyet-i hâlleri ahâli-i mahalleden sual olunup ihbârları tahrîr olunmak matlubumdur” didikde ahâli-i mahalleden İmâm Hasan Halîfe ve Îbrahîm bin el-Hâc Mehmed ve Hamza Beg ibn Alî ve Mehmed bin Abdullah nâm kimesneler li-ecli’l-ihbâr meclisi şer‘a hâzırân olup istihbâr olunduklarında, “mezbûrân Sefer ve Hüsnâ kendi hâllerinde eyü

28 İstanbul Ahkâm Defterleri, İstanbul’da Sosyal Hayat, C 1, s 1. 29 Kastamonu Jurnal Defteri II, Haz. İ. Hakkı Aksoyak, Ankara: Devlet Arşivleri, 2006, s 19. 30 Kendilerine tahsis edilen vergilerin yanında, İslam hukukuna göre hadd ve ta’zir gerektiren suç ve kabahatler için de kanunen ceza tahsil etme yetkileri vardır. Bunlar Niyabet resimleri arasında toplanır. Ne zaman geleceği belli olmadığından rüzgârla gelen manasına Bâd-i hevâ adıyla vergi defterlerinde (Tahrir Defterleri) kayıtlıdır.
kimesnelerdir” deyu her biri hüsn-i hâllerini haber virmeğin, mâ-vaka‘a li-ecli’t-temessük bi’t-taleb ketb olundu. Hurrire fî’l-yevmis-sânî ‘aşer min şehr-i Recebi’l-mürecceb li-sene seb‘în ve elf (12 Receb 1070 / 24 Mart 1660). 31
Diğer bir vesikada ise subaşı ve mahalle sakinleri, iki kişiyi mahkemeye getirerek sürekli içki içip evlerine kadın getirdiklerinden şikâyetçi olmuşlar ve mahalle halkının dinlenmesini talep etmişlerdir. Mahkemede ifâde veren sâkinler durumu tasdik etmişler ve zanlıların zorbalıklarını da zapta geçirtmişlerdir. Bu vesika Osmanlı mahalle hayatı için önem arzeder. Subaşına esaslı bir ceza ödemek zorunda kalacak olan Süleyman ve Mehmed, uslanmadığı takdirde muhtemelen halkın bir sonraki talebi üzerine mahalleden ihrâc edilecektir. Görülüyor ki, asayişin temini için ilgili ve yetkililer belirli bir hukuk silsilesi içinde zincirleme birbirlerine raptedilmişlerdir. Halkın mağdur olduğunda müracaat edebileceği merciler, işi sonuçlandırmaları halinde gelir sağlamaktadır. Ayrıca ilave etmek gerekir ki, kadı dâhil devlet otoritelerinin hiçbiri düzenli maaş almamakta, meydana gelen vukuatta kendilerine tayin edilen harç ve cezalarla geçimlerini sağlamaktadırlar:
Mahmiye-i Konya’da hâlâ şehr subaşıları olan râfiu’l-kitâb Yûsuf Ağa ve Alî Beg Muhtâr Mahallesi sâkinlerinden Süleymân ve Mehmed nâm kimesneleri meclis-i şer‘-i şerife ihzâr ve mahzarlarında takrîr-i kelâm idüp “mezbûrân Mehmed ve Süleymân şurb-i hamr idüp evlerine nâ-mahrem getirüp dâimâ fısk üzere olup sû-i hâlleri şâyi olmağıla ahz ü ihzâr eyledik; keyfiyet-i hâlleri mahalle-i mezbûre ahâlisinden suâl olunup ihbârların tahrîr olunmak matlubumuzdur” didiklerinde mahalle-i merkûme ahâlisinden îmâm Ahmed Halîfe ve Ahmed bin Mahmûd ve Mustafâ bin Mehmed ve Süleymân bin Rıdvân nâm kimesneler li-ecli’l-ihbâr meclis-i şera hâzırûn olup istihbâr olunduklarında “fî’l-vâla mezbûrân Süleymân ve Mehmed dâimâ şurb-i hamr idüp evlerine nâ-mahrem getirüp şekâvetden hâlî değildir” deyu ihbâr eylediklerinden sonra mezbûrân Süleymân ve Mehmed’in mukaddemâ sâkin oldukları Türbe Mahallesi İmâmı Molla İsmaîl Halîfe dahî sû-i hâllerin haber virmeğin, mâ-vakaa bi’ttaleb ketb olundu. Hurrire fî evâil-i Cemâziye’l-ûlâ li-sene ihdâ ve seb‘în ve elf (1-10 Cemâziye’l-evvel 1071 / 2-11 Ocak 1661). 32
Kalpazanlar Devlet otoritesini sürdürebilmek için akçanın düzgün ve tedâvülünün aksamaması gerekir. Kalp para basan, hükümdar otoritesinin tanımamış, ortak koşmuş, ilaveten haksız servet sahibi olmuş demektir ki, Osmanlı iktisadi tedbirlerine istinaden meşru servetler bile kontrol altındadır. Paşaların çoğu, görevden alındıkları zaman malları da müsadere edilir. Bu sûretle intikam almaya kalkıp bir fesada yol açmasınlar. Sadrazamın aşağıda ifade ettiği, yakalanan kalpazanlara, Şer’i hukuka istinaden mahkemede ceza verme imkânı yoktur. Ancak ele geçen deliller bunların kalpazan olduklarını ispatlamaktadır. Örfi hukuka göre saltanat ve devlete ihanet edenlerin cezası da ölüm olmalıdır. Derviş Paşa’nın padişaha sunduğu telhis, bir taraftan Osmanlı hukuk mekanizmasını en iyi şekilde özetlemekte, diğer taraftan piyasada tedavül eden sikkenin devlet otoritesini temsildeki rolünü açıklamaktadır:
İstanbul ve memalik-i mahrûsede kallâblık peydâ olub mel’unlardan 6-7 dâne ele getirülüb, lâkin şahâdet eder bulunmamağla Şer’ile iktizâ eylemeyüb, lâkin bunlara şâhid heman ol yeter ki, her birinün evinde ve elinde sikke ve âlet dutulub ve hem kendileri dahi ikrâr edüb haklarından gelinmezse bunlara icâzet verilmiş olur. Şeriat varsa kanun dahi vardur. Bu devlet siyâset ve mahallinde dahi sıyânet ile olur. İbret-i âlem içün bunlar yok olmak gerekdür. Mel’unlar devlet ve saltanat hâinleridür. Emr ü ferman mürüvvetlü padişahımındır.33

31 Konya Şer’iye Sicili, No 10, s 32. 32 Konya Şer’iye Sicili, No 10, s 379. 33 Cengiz Orhonlu, Telhisler, İstanbul, 1970, s 125.
Şer’i hukukun çare bulamadığı ve hüküm vermekte zorlandığı bu gibi durumlarda, devletin takip ettiği strateji, örfe göre karar vermek ve suçlulara ağır cezalar vermektir.34 Siyaset olarak ifade edilen bu tedbirler, işinde gücünde ve kendi halinde olan halkın şeytana uyarak suça bulaşmasına mâni olmaktaydı. Fakat suç işlenmesinin tümüyle engellenmesi imkânsız olduğundan, yakalananlara verilen ibretlik cezalar caydırıcı rol oynamaktaydı.

IV. Murad’ın Sıkı Tedbirleri
Asayişin merkezi otoritenin kudretine bağlı olduğu yukarıda zikredilmişti. 1578’den itibaren 12 yıl süren İran35 ve 13 yıl süren Avusturya36 seferleri 1600’lere gelindiğinde yeniçeri sayısının artması, 1606’da harp bitiminde bunların çoğunun boşa çıkarılması sebebiyle halkın üzerine yürüdüler.37 Artık Anadolu’yu Celâli eşkıyası sarmıştı. Devlet, Kuyucu Murad Paşa’nın aldığı sert tedbirlerle bunları kısmen bastırdı. Fakat sarayda otorite henüz sağlanamamıştı. Bu otoriteyi ikinci döneminde Sultan Murad kuracaktır. Ancak bu sefer halkın arasından çıkan eşkıyanın yanısıra işi eşkıyalığa vuran askeri ve idari otoritelerle uğraşmak zorunda kalır. Onun aşağıdaki Hatt-ı hümayunu, tehdidinin ne kadar dehşet verici olduğunu gösterir. Haketmediği halde korucu ve sâir görevlerle Yeniçeriliğe dahil edilenleri defterden silmesi için Yeniçeri Ağasını tembihlemektedir. Aksi halde dilim dilim doğramaklar tehdid eder:
Sen ki Yeniçeri Ağasısın. Köse Mehmed ağa ve Katib Şaban zamanında nice nâ-müstahıkk âdemlere oturaklık ve koruculuk verilmiş imiş. İmdî ol mezbûr şahısların esâmîlerin ne oturak ve ve koruculuk ve ne yeniçerilik bir bölüğe ilhâk etmeyesin. Büyük defterimden ihrâc edesin. Şöyle ki ihrâc etmeyesin, Peygamber ruhîyçün seni en en doğrarım, şöyle bilesin.38
Bir başka olayla ilgili olarak (Hatt-ı hümayunda yeri belirtilmeyen, taşrada bir sancakta) tespit edilen zanlılardan yedisi cezalandırıldığı halde 20 kişi hakkında muamele yapılmadığı padişahın kulağına gitmiştir. Bunların bulunup kendisine gönderilmemesi halinde oradaki asker ve zâbitleri ölüm tehlikesi beklemektedir. IV. Murad, üzerlerine bizzat varıp idam edeceğini söylemekten çekinmez:
Sen ki Yeniçeri Ağası Mehmed Ağasın. Ve ocak ağaları ve zâbitleri ve odabaşılarısız, şöyle iz’an edesiz ki: bu ma’reke kimden olmuşdur ma’lumum oldu. Hakkından gelirüm ve âna müteallik yirmi yedi âdem şaki namına defter edüb yedisinin hakkından gelinüb yirmisi olmamış. İmdi ceddim pâk rûhiyçün ya ol yirmi âdemi bulub virün, ya cümle zâbitleri ve odabaşıları kırarım; ılgar ider varırım. Mâdam ki ol âdemler bulunub verilmeye, kendinüzü yok bilün. Elbette bu hatt-ı şerifüm vardığu saat arayub bulub haklarından gelesiz ve niçeye dek bu fitnelik ni’met bilmek ve kulluk böyle mi olur? İnşallah nimet bilmeyen kulun kılıcım gerdanındadur. Bir dahi zerre kadar söz gelici şey olursa vallahi cümlenüz kılıcdan geçersüz, vebâlinüz boynunuza vesselam. 39
IV. Murad’ın idari tarzı çok şiddetli görünse de, kendisinden önce yaklaşık 40 sene süren muharebeler, saray entrikaları, Harem’in devlet işlerine aşırı müdahalesi sebebiyle otorite

34 Örfi hukuk için bkz. Halil İnalcık, “Kanun and the Shariah”, Shariah Ummah and Khilafah ed. Yusuf Abbas Hashmi, Karachi, 1987, s 1-13; “Osmanlı Hukukuna Giriş: Örfi Sultani Hukuk ve Fatih’in Kanunları”, AÜ SBF Dergisi, C XIII (1958), 102-126. 35 1578-1590 Osmanlı-İran savaşları. 36 Zitvatorok Andlaşmasıyla sona eren 1593-1606 Osmanlı-Avusturya Savaşları. 37 Avusturya cephelerinde yivli tüfekle mukabele eden düşmana karşı Osmanlı hükümeti merkezi orduya eli silah tutan asker toplamaya başladı. Bundan sonra taşradaki sipahilerin yerine sürekli maaş verilen yeniçeri sayısı arttı. Bu durum Osmanlı askeri, idari ve mali yapısını büyük ölçüde değiştirdi. Bkz. Halil İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1700”, Archivum Ottomanicum, VI, 1980, s 283-337. 38 IV. Murad’ın Hatt-ı Hümayunları, Haz. Önder Bayır, İstanbul: Çamlıca, 2015, s 184. 39 IV. Murad’ın Hatt-ı Hümayunları, s 185.
zaafı had safhadaydı. 11 yaşında tahta geçtiğinden, bir nevi saltanat naibi olarak bulunan Kösem Sultan’ın işleri nasıl idare ettiğini ve bir nevi fetret devrinde olduğunu bizzat yaşamıştı.40 9 sene sonra işleri tam hakimiyet sağladıktan sonra eski devrin tüm zafiyetlerini telafi edecek misli görülmemiş şiddetli bir sıkıyönetim hali uyguladı. Yukarıda bahsedilen eski devrin asayiş stratejilerini taktik bir baskı rejimi devraldı. Vefatında her ne kadar devleti bir zabt ü rabta almış ve eşkıyayı, zorbaları hem İstanbul’da hem de taşrada sindirmişse de kendisinden sonra gelen Sultan İbrahim ve IV. Mehmed’in idarede o kadar şiddet göstermediği için durumun tekrar gevşediği söylenebilir.
Aradan 100 sene kadar geçtikten sonra III. Ahmed devrinin sonunda devlet adamlarının Pasarofça Andlaşmasının ardından gelen barış dönemini eğlenceyle geçirmesini öne süren bazı zümreler büyük bir isyan çıkardılar. İsyanı önlemek için halkı saraya davet eden Sancak-ı Şerif çıkarılsa da halk sefahate dalan saray ve Bâb-ı Ali mensuplarını affetmemişti. Daha önceleri sadece sarayda yapılan işret meclisleri artık halkın gözü önünde gerçekleştiğinden, isyan zımnen kabul gördü. Kâğıthane’de yapılan köşkler yıkıldı, Patrona Halil ve şürekâsı hükümeti ele geçirdiler.41 Çok geçmeden elebaşları birer birer yakalanıp idam edildi ve saray kapısından dışarı atıldı. Asayiş tekrar tesis edildi. Filhakika devlet adamlarının ve sarayın halka vermek istediği bir mesaj vardı. İsyan çıkarıp devleti tehdit edenlerin sonu budur denilerek halkın seyretmesi için yakalanan şehir eşkıyalarının kelleleri teşhir edildi:
Taraf-ı padişahiden bedesten ve çarşılarda münâdiler nidâ etmekde kim, emr-i pâdişâhi budur ki, eğer şaki bagilerden çarşu bazar arasında ve eğer mahallelerde var ise cümlesin dutub Ağa kapusuna getiresiz, ve Saray-ı hümâyunda katl olunan Kel Ağa’yı ve Muslu ve Patrona Halil’in lâşe-i murdarlarını öküz arabası ile Bâb-ı hümâyunda taşrada mâ-tekaddemden beru gazab-ı pâdişâhi ile ser’i kat’ olunan âdemlerin yerine konulub cümle nâs gelüb temâşâ edüb ….42
Müsâdere Padişah ve Bâb-ı Âli’yi asayiş hususunda tedirgin eden hususlardan biri de mal mülk ve servet sahibi paşalardı. Reâyadan birinin, velev ki tüccar olsun, muazzam servet sahibi olması alınan narh vb. iktisadi tedbirlerle engelleniyordu. Askeri sınıf ise beylik zamanından itibaren korunup kollanmıştır. İlk safhalarda fetihlerden ele geçen ganimet, sonraları vergi muafiyeti, mansıb, atiye ve ihsanlarla beslenme, rüşvet, hediye, bu sınıfı iyice palazlandırmıştı. Ancak devletin elinde askeri sınıfa nihai darbeyi her an indirecek müsadere silahı vardı.43 Görevdeyken emrindeki kapı halkıyla küçük bir ordu besleyen paşaların, azledildiklerinde aynı saltanatı sürerek ileride Bâb-ı Âli’ye tehdit olmaları bu vesileyle engellenmiş oluyordu. Büyük bir isyan, karşı koyma ve ihtilal teşebbüsleri ilk anda önlenmiş oluyordu. Parasız pulsuz ortada kalan eskinin kudretli paşaları, canını kurtarabilmişse talihli sayılırdı. 1784’de Kırım’ı ilhakı üzerine Rusya’ya harp ilan edildiğinde müsadere yoluyla sefere para tedariki ilk akla gelen tedbirlerden biriydi. Bu hususta III. Selim’in Hatt-ı hümayunu, müsâdere müessesesini bütün felsefesiyle birlikte özetlemektedir. Buna göre, ticaret ve ziraatla kazanılmış paralara dokunulmamalı, ancak yüksek memuriyetlerde makam ve mevkileriyle servet toplamış olup ölenlerin mirası tekrar devlete dönmelidir. Bu paralar savaşta din ve devletin muhafazasına sarfedilecektir. III. Selim, bunun meşruiyetini ifade için selefi olan ecdadının da aynısını yaptığını vurgular: Benim Vezirim,

40 Ahmed Refik, Kadınlar Saltanatı, İstanbul: Kitabhâne-i Hilmi, 1332. 41 İsyana giden süreç ve isyanın teferruatı için bkz. Fındıklılı Süleyman Efendi, Mür’i’t-Tevarih, I, C I. 42 Abdi Tarihi, Haz. Faik Reşid Unat, Ankara: TTK, 1999, s 58. 43 Ahmet Güner Sayar, Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması, İstanbul: Ötüken, 2000, s 81.
Mâl-i eytama taarruz eylemek benim hilâf-ı meşrebimdir. Müdâhale olunduğuna bir türlü rızam yokdur. Ve mazallahü tealâ ticaret ve sanat ve harasetle tahsil-i mâl eylemiş âdemlerden her kim vefât ederse mâdam ki vârisi vardır, bir akçasın cânib-i miriye alınmasın; lâkin menâfi-i devletimi kendüye me’kel eyleyüb emvâl-i miriyeden servet kesbeylemiş ricâl ve kibardan vefat eyleyenlerin malı ne benüm ve ne müteveffanın ve ne vârislerinindir; ancak Beytü’l-mâl-i Müslimin ve emvâl-i miriyenindir; tamamen alınur. Hıfz-ı din ü devlet içün sarf eylerim ve ecdâd-ı izamım dahi böyle ederler idi. Eğer Defterdar ehl-i hakk ise esnâf makulelerinin terekelerini temhir eylemesin. Yoksa kibar hakkına fi’l-asl olan muamele olunur.44
Tam 50 sene sonra Tanzimat bürokratları “can ve mal emniyeti” adı altında bu uygulamanın sona erdiğini padişaha ilan ettirirler. Bu aslında Bürokratların zaferinin ilanıdır. Artık onları durduracak yeniçeriler de çoktan ortadan kaldırılmıştır. Yeniçeriler hiç olmazsa önemli meselelerde memurların zulmünü dizginleyen kuvveti oluşturuyordu. Daha önce Yeniçerilerin ayaklanıp yolsuzlukların hesabını sormasından, hatta kelle istemesinden korkan devlet ricalinin artık korkacağı bir şey kalmamıştır.45
Kabakçı Mustafa isyanının (Mayıs 1807) ardından Sultan II. Mahmud tahta geçmişti. Ancak bir süre daha asayiş sağlanamadı. Halk bîzâr olup kendi emniyetini sağlamak için izin istedi. Bir tarafta devletin halkın namusunu korumaktaki aczini itiraf edecek olan ferman talebi ve diğer tarafta halkın feryadı. Tereddütte kalan devlet adamlarını zorlayan halk Bâb-ı Âli’ye dayandı. Naçar saraydan ferman çıktı. Bu tarz ahlaksızlık ve eşkıyalığa tevessül edenlerin bizzat halk tarafından katledileceği Yeniçeri Ocağında okunup İstanbul kadı siciline de kaydedildi ki, ileride dava edilemesin. Yeniçeriliğin lağvından 16 sene evvel zuhur eden olayların mahiyeti, durumun vahâmetini gözönüne serdiği gibi sonraki gelişmelerin de habercisi gibidir:
Âsitâne-i Aliyye’de Sultan Mahmud Han zamanında bazı mahallerde erâzil ve eşkıya tâifesi çoğalub, ehl-i ırz taifesinin emvâl ü eşyâsın yağma edüb ve ehl-i ırz nisvân tâifelerini odalarına çeküb hetk-i ırz etmekle, ehl-i ırz ve esnâf tâifesi ayağa kalkub 1500 mikdârı âdem Paşakapısı’na varub birkaç gün cumhur hâllerini ifâde edüb, “bizim elimize Hatt-ı Şerif veyâhud fermân-ı âlişan verin ki, bu misillü eşkıya bir mahalde hl-i ırz avreti çevirdikde anların demi heder olub katl olunmasiçün fermân-i âlişan verilmek matlubumuzdur” dediklerinde, taraf-ı devletten cesâret edemeyüb birkaç gün meks olundukda esnaf ehl-i ırz gayretiyle Paşakapısına hücum etmekle taraf-ı pâdişâhiden kendülere izn ve fermân-ı âlişân verilüb …. Ağakapusunda cümle Ocaklu vesâir ehl-i ırz muvâcehelerinde kıraat olunub sicillâta kayd olundu. Fi 15 Rebiülevvel 1225 / 20 Nisan 1810.46
Tanzimat’ın ilk yıllarından itibaren olaylar farklı bir seyir takip edecek ve çoğu meselenin halli Bâb-ı Âli’nin elinden çıkıp elçiliklerin müdahale alanı haline gelecektir. Gayr-ı Müslim reayadan suça bulaşanlardan elçilik veya konsolosluklara sığınanlar, kapitülasyonlara istinaden koruma altına alınacaklardır. Asayiş hususundaki en vahim tablo, Osmanlı Bankası baskınını gerçekleştiren Ermenilerin Rus sefaretinin tavassutuyla kurtulup bir Fransız vapuruyla İstanbul’dan ayrılıp Marsilya’ya gitmeleridir.47 Daha da vahimi, eylemin planlamacısı Karekin

44 Selim III’ün Hatt-ı Hümâyunları, s 33. 45 Andreas David Mordtmann, İstanbul ve Yeni Osmanlılar, İstanbul: Pera, 2004, s 97. 46 Kemal Beydilli, İstanbul’da İmamlar ve Bir İmamın Günlüğü, İstanbul: TATAV, 2001, s 130. 47 26 Ağustos 1896 günü bir grup Taşnak komitecisi İstanbul Galata’da bulunan Osmanlı Bankası’nı basmış ve aynı anda şehrin farklı noktalarında Ermeni komitecileri tarafından karışıklık çıkarılmıştı. Ermeniler bu terör saldırısı ile batı müdahalesini sağlayacaklarını düşünmüşlerdi. Revolver, humbara, dinamitlerle bankayı basan komiteciler dışarıya sürekli bomba atarak hükümet ile pazarlığa giriştiler. Altı vilayete Hristiyan vali tayini, vergilerde indirim, Ermeni mahkûmları için genel af gibi talepleri karşılanmadığı takdirde binayı içindekileri ile birlikte havaya uçuracaklarını söylediler. Rus, İngiliz ve Fransız diplomatlar komitecilerin lehinde devreye girdi. Elçilerin baskılarından sonucu II. Abdülhamid komitecilerin Avrupa’ya gitmelerine izin verdi. Kendilerini Marsilya’ya götürecek olan Fransız gemisi Gironde’ye bindirildiler. Banka baskını sona ermekle birlikte, Ermeniler İstanbul’da güvenlik güçlerine ve halka saldırmaya devam ettiler. Birkaç gün devam eden karışıklıklar sebebiyle teyakkuz halinde olan Müslüman halk, çeşitli mekânlara gizlenerek etrafa bomba atan Ermeni komitecilerine saldırdı. Bu
Pastırmacıyan (Karo)’ın II. Meşrutiyet’in ilanının ardından 1908 yılında İstanbul'a geri dönerek 1908-1912 Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda Erzurum'u temsil etmesi, 1915 yılında Van İsyanına katılmasıdır. 1918 yılında ise Ermenistan'ın ABD elçiliğini yapmıştır.

Sonuç
Osmanlı devletinde asayişin sadece zecri tedbirlerle ve halkın üzerindeki baskılarla sağlandığına dair yerli ve yabancı tarihçiler tarafından çeşitli zamanlarda bazı yorumlar yapılmıştır. Ancak tebliğde kısa kesitler halinde verildiği üzere asayişi belirli bir strateji içinde değerlendiren Osmanlı ricalinin, bunu devletin yükselmesine paralel olarak zamanla olgunlaştırdıklarını görüyoruz. Balkanlar, Orta Avrupa ve Anadolu’da fetihler ilerledikçe tedbirlerin çeşitlendirilmesi ve sofistike hale getirilmesi gerekiyordu. Daha 1359 yılında, Süleyman Paşa’nın Gelibolu fethiyle başlatılan ilk Haçlı Seferi, Osmanlılara sürekli teyakkuzda olmayı ve büyük bir ordu beslemenin lüzumunu öğretmişti. 1396 Niğbolu ve 1444 Varna Muharebeleri çekirdek halindeki Osmanlı Balkan imparatorluğunun ne büyük bir tehlike altında bulunduğunu hafızalara nakşetti. Bilhassa İstanbul’un fethinden sonra devletin büyük bir imparatorluk haline gelmesiyle herşey daha büyük bir ciddiyetle ele alındı. Fatih’in Teşkilat ve Ceza Kanunnamelerini hazırlatması bu çerçevede ele alınmalıdır. Toprak rejimi, köylünün durumu, askeri-reaya ve merkez-taşra ilişkileri hep devletin bekası üzerine kuruludur. Jan Jacques Rousseau’nun “sosyal mukavele” (social contract) tespiti, Osmanlı devletinde Haçlı tehdidinin bertaraf edilmesi için muazzam bir ordu bulundurma zemininde tezahür etmiştir. Bunu sağlamak için silahlı mahalli kuvvetlerin oluşumuna, bunların mali olarak güçlenmesine ve mafyavâri usullerle merkezi tehdit edecek boyutlara ulaşmasına izin verilemezdi. Devlet bu tarz teşkilatlanmalara her zaman mâni oldu. XVIII. asırda çeşitli sebeplerle kontrolü kaybetse de, II. Mahmud’la birlikte dizginleri ele almaya çalıştı. Tanzimat dönemi, merkezi otoritenin tekrar kurulması çabalarıyla geçti. Tebliğ, Klasik Dönem başta olmak üzere uzunca bir süre asayişin temini için ne gibi stratejiler uyguladığına dair örneklerden oluşmaktadır. Bunların her yerde aynı sonucu verdiğini iddia etmek tabii ki imkansızdır. Celali eşkıyası gibi başetmekte uzun süre zorlandığı olaylarla da karşılaşmıştır. Ancak temel prensiplerinin ve asayiş felsefesinin genellikle değişmediğini söyleyebiliriz. Bu kısa çalışmanın bundan sonraki derinleştirilecek araştırmalara ve istatistiki tablolarla zenginleştirilen yayınlara bir kapı açması umudunu taşımaktayız.

Ek: 1 EVÂİL-İ REBİÜLAHİR 1004/4-14 ARALIK 1595 TARİHLİ ADÂLETNÂME 
Buyurdum ki, Hükm-i şerîf-i cihân-muta‘ ve vâcibü’l-ittibâ‘ ile dergâh-i izzet-destgâhım çavuşlarından kıdvetü’l-emâsil ve’lakrân Mustafa Çavuş -zîde kadruhû- vusûl buldukda, eyyâm-ı adâlet ve hengâm-ı hilâfetimi sâir zamana kıyâs etmeyüb subh ü mesâ ahvâl-i re‘âyâ ve berâyâ ile mukayyed olub ve ve lâ terkinû ile’l-lezîne zalemû 48 fehvâ-yı

nedenle ölü sayısı hayli arttı. Ancak olay batı kamuoyuna farklı şekilde yansıtılarak, bankayı basan Ermenilerden fazla bahsedilmemiş ve günlerce Ermenilerin Türkler tarafından katledildiği haberleri yayınlanmıştı.  Metnin matbu Osmanlıca harflerle neşri için bkz. H. İnalcık, “Adaletnâmeler”, Belgeler, II, (1965), s. 104-108; krş. Latin harfleriyle neşri Çağatay Uluçay, XVII. Asırda Saruhan’da Eşkıyalık, İstanbul, 1941, vesika 1. 48 Kur’an, Hud Sûresi 113. Ayet: “ ve zulmedenlere meyletmeyin”.
latîfîn mülâhaza edüb, dahî zalemeye ednâ meyl ile mâil olmayub ‘adve ve şekâ ... fetemessekümü’n-nâr49 mefhûmuyla mütemessik olub nâr-ı cehîm ve azâb-i elîmden ictinâb eyleyüb her vakit ve her sa‘atde zâlimlere ihânet ve mazlumlara imdâd ve iânet edüb aceze ve zu‘afâ ve mesâkîn ve fukarâ erâmil ve eytâm ve behâyim ve in‘âm eyyâm-ı adâlet-in‘âmımda âsûde hâl ve fâriğü’l-bâl olub mekâyid-i şedâyidden masûn ve müberrâ olub bezl-i kudret ve sarf-ı miknet eyleyesin ve ecdâd-i izâmımdan firdevs-mekân cennet-âşiyân merhûm Sultan Süleyman Hân eskinetullahi te‘âlâ ferâdisü’l-cinân hazretlerinin zamân-ı adâlet-iktidârlarında kânunnâmeler yazılub her şehirde olan kadılar mahkemesinde kânunnâme-i hümâyun vaz‘ olunmağile ol asrın hâkim-i ferîdü’ddehri olanlar mazmûn-i adâlet-hümâyunuyla amel eyledikleri ecilden bir ferde zulm ü ta‘addî olunmayub cemi‘-i umûr ve ahvâl kemâliyle görülmeğin, re‘âyâ ve berâyâ ki, -vedâyi‘-i cenâb-i kibriyâdır- muntazımü’l-ahvâl olurlar imiş. Hâlâ ol kânunnâme-i adâlet-zamîni mazlumîn gibi mahbes-i sanduka salub istedikleri bid‘atları ihdâs edüb baş yaruğundan bu makûle cerâimden yüz ellişer ve ikişer yüz akça alınagelmiş iken hâlâ bin ve binbeşyüz akça cerîme alınub ve terekeleri aynı ile ta‘şîr olunmayub harman üzerinde ziyâdeye kesilüb ve resm-i çiftleri ve bennâkları ve cinâyetleri ve âdet-i ağnamları dahî vesâir hukûk-i Şer‘iyye ve rüsûm-ı örfiyye Şer‘-i mutahhar ve kânûn-i defter üzere alınmayub ez‘âf-i mezâif ziyâde alınub ve vüzerâ ve beğlerbeğiler ve voyvodaları ve sancak beğiler ve subaşılar ve emlâk ve evkâf ve başmaklık karye zâbitleri ve ümenâ ve ummâl ve mübâşirîn-i emvâl dâimâ on-on beş atlu ile il üzerine çıkub ve nâibler dahî hevâlarına tâbi olub vilâyetden müft ü meccânen yem ve yemeklerin ve sığır ve koyunların ve kuzu ve tavukların ve cebren emvâl ve esbâbların ve mâl buldun deyu biğayr-i sübût-i Şer‘î akçaların alub ve oğlanlarun ve kızlarun çeküb ve âmiller ğâyibâna kefil yazdurub envâ‘-ı zulm ü ta‘addî eyledikleri erbâb-ı şekvânın rikâb-ı hümâyunuma sundukları rık‘alarında mufassalan mastûr ve mukayyed olub ve bi’l-cümle devlet ve ikbâl ve saâdet ve iclâl ile Cuma namazına ve seyr ü şikâra çıkdığımca dâdhâhların dûd-ı âhı eflâka peyveste olmağın, nâyire-i unfım şu‘ledâr olub zaleme-i hükkâm şedâyid ve ikâb ü ilâma mahzar olmak değil, belki eşedd-i siyâsete müstehakk olmuşlardır. İmdi siz ki vâli-i memleket ve hâkim-i vilâyetsiz, bilmiş ve işitmiş olasız, eyyâm-ı adâlet-encâmımda bir ferde zulm ü ta‘addî olunduğuna aslâ rızâ-yı şerîfim yokdur; asr-ı nısfet-hasrımda gürgân-derende çoban-i güsfend ve levendân-i gezende pasbân-ı mazlûm-i müstemend olmak gerekdir. Nâr-ı gazâb pür-şirârım muntafî ve seyf-i meslûl der-niyâmım muhtefî ola. Şöyle ki, adâletnâmei hümâyunum size vâsıl olduğu gibi bir alay cebâbire ve zalemenin cebr ü zulmünü bir bölük âciz ve mazlûmların üzerlerinden def‘ ü ref‘ eylemeyüb ve siz ki kadılarsız, bu makûle bunlar vüzerâ voyvodalarıdır ve beğlerbeğiler subaşıları ve ümenâ ve ummâldir deyu vukû‘u üzere arz ü i‘lâm eylemekden ictinâb eyleyesiz. Ecdâd-ı izâmım ruhiyçün kuzât dibekde döğülüb helâk olub ve beğlerbeğiler, subaşıları ve ümenâ ve ummâl ve sâir zâbitlerdir, salb ü siyâset olunmak mukarrerdir; âna göre mukayyed olub her hususu Şer‘-i şerîf üzere ve mahkemelerde vaz‘ olunan kânunnâmeler muktezâsınca görüb hilâf-ı Şer‘ ü kanun mugâyir-i emr-i hümâyun ibdâ’ olunan bid‘atları bi’l-külliye ref‘ edüb vilâyetin emn ü emânına ve re‘âyâ ve berâyânın itmi’nânına sa‘y-ı cemîl ve hüsn-i ihtimâm eyleyesiz ve siz ki beglerbegiler ve beglersiz ki, eğer vüzerâ voyvodalarıdır ve eğer siziñ subâşılarınızdır, eğer kethüdâlarıñuz, eğer kaymakamlarıñızdır, muttasıl onbeş ve yirmişer atlu ile vilâyet üzerine çıkmayub iktizâ etdikce iki üç ayda bir dört beş atlu ile çıkub devr eyleyüb müteaddid evleri olmayanların ehl ü iyâli üzerlerine konmayub müft ü meccânen yem ve yemeklerin ve sığırların ve kuzu ve tavukların almayub her ne alurlarsa narhı rûzî üzerine akçalarıyla alub ve terekeleri harman üzerinde ziyâdeye kesüb üzerlerine bırakmaya; vaktiyle ta‘şîr edüb aynı ile öşrün alub der-ambar eyleyüb cebren esbâb ü emvallerin ve davarların ve mal buldun deyu akçaların almayub ve gâibâne ümenâya kefîl yazmayasız. Eğer mâbeynlerinde şakî ve müttehem kimesne var ise toprak kadıları ma‘rifetiyle hakk üzere teftîş ve tefahhus edüb zuhûra getürdüğünden sonra anun gibi cürm-i galîzi sâbit olanlardan Şer‘an kısas lâzım gelenlere siyâset edüb ehl-i fesâda aslâ ruhsat vermeyesiz ve cerîme alınmak lâzım gelenlerden mukaddemâ mahkemelerde vaz‘ olunan kanunnâme-i hümâyunumda ta‘yîn olunduğu üzere cerîme alub hurda cerâimden alınmayub hemân te’dîb ile iktifâ edüb dâimâ i‘tidâl üzere hareket eyleyesiz. Şöyle ki, bir dahî sizden veyâ subaşılarınızdan âsitâne-i sa‘âdetime şikâyetçiler gelüb divân-ı aliyyede şekvâ edüb veyâ rikâb-ı hümâyunuma rık‘alar ref‘ ideler, bir vechile özrüñüz makbûl olmayub mazhar-ı eşedd-i ikâb ve sezâ-yı hakâret ve ‘itâb olursuz. Sonra nedâmetiñizin fâydası olmaz, min-ba‘d celb ü ahz sevdâsından ferâgat edüb ta‘yîn olunan hâslarıñız ile kanâat eyleyesiz; bi-hamdullâhi melikü’l-mâ‘bûd eyyâm-ı adâletimde bâb-ı irtişâ mesdûd ve mürteşîler mahzûl ve merdûd olmuşlardır. Siz dahî Ye’cuc-i tamâ‘-i hâma sedd çeküb ve irtişâdan kasr-ı yed edüb cadde-i emânet ve istikâmetde sâbit-kadem olasız. Ammâ hükkâm-ı zü’l-ihtirâmdan şunlar ki akibet-endişe ve adâlet-pîşe [olub] hüsn-i sülûk ile meslûkdurlar, asûde olalar; anuñ gibilere azl-târi olmayub yeden bi-yed menâsıb-ı aliyyeye vâsıl olub mazbûtü’l-ahvâl ve makbûlü’l-imtisâl olmaları mukarrerdir. Hemân emr-i celilü’lkadrimin icrâsında bezl-i makdûr ve sa‘y-ı nâ-mahsûr eyleyesiz. Şöyle ki, bir sancak beği tama‘-ı hâmından subaşılarına irhâ-i inân edüb hırsuz ve harâmîler ile şerîk olub re‘âyâya zulm ü ta‘addî ve yâhut taht-i livasında bazı eşkıyâ zuhûr edüb katl-i nüfûs ve gâret-i emvâl eyleyeler, ol sancak beği kalkub cümle mâmeleki ol gâret
49 Kur’an, Hud Sûresi 113. Ayet: “size ateş dokunur”.
olanlara verildikden sonra kendüye aman ve zaman vermeyüb tiğ-ı hakâret ve seyf-i siyâset ile hakkından gelinmek mukarrerdir; ve bölük halkı ve yeniçeri ve cebeci ve topçu ve bi’l-cümle ulûfeye mutasarrıf olan muttasıl Divân-ı hümâyunum hıdmetime müdâvemet ve dâyimâ bâb-ı sa‘âdet-meâbıma mülâzemet üzere oldukarıçün bunlara bölük halkı ve kapıkulu ıtlak olunub hüsn-i itibar bulmuşlardır. Bu takdirce hâric yerlerde sâkin olanlar bu şerefden mahrûm olub kapu kulluk i‘tibârından sâkıt olmak lâzım gelür. Husûsan etrâf-ı eknâfdan kapu kulu nâmına hayli ecnebî ve saplamalar peydâ olub kızıl ve saru bayraklar kaldırub dahî Yeniçeri börkün giyüb ve niçesi dahî tobcu ve cebeci kisvetiyle kasabât ve kurâda gezüb re‘âyâ ve berâyâyı pâyimâl ve ahâlî-i memleketi perîşân hâl edüb zulm ü ta‘addîlerinden ekserî celâ-yı vatan ve terk-i mesken etmişlerdir. Hâşâ ki, bu devlet serâda neşv ü nemâ bulub harem-i muhteremden çıkan bölük ve devşirme olub müddet-i medîde Yeniçeri ocağında perveriş bulmuş kullarım Şer‘-i şerîfe muhâlif ve rızâ-yı hümâyunuma mugâyır vaz‘ irtikâb eyleyeler; benüm ekmeğüm, rızâ-yı şerîfim üzere hareket edenlere helâl olsun. Siz ki hâkimlersiz, bu emr-i celîlü’l-kadrimi mecma‘-ı nâs olan yerlerde i‘lâm ve i‘lân eyleyesiz ki, kapu kulu nâmına olanlar eğer ulûfeden mahzûz iseler, her biri sâkin oldukları yerlerde alâkaların kat‘ edüb hemân mu‘accelen kalkub İstanbul’a gelüb sefer-i nusret-eserime teveccüh ve azîmet eyleyeler, inşallahü’l-‘izz sefer-i hümâyunumdan avdet eylediklerinde sâyir kapum kulları gibi âsitâne-i sa‘âdetimde hıdmete mülâzemet üzere olalar. Şöyle ki, mütenebbih olmayalar, dirlikleri kat‘ olunub merd-i timar olmaları mukarrerdir, sonra bilmedik ve işidmedik demeyesiz; ve bazı şehirlerde ve kasabât ve nevâhîde sâkin olan âsitâne-i sa‘âdetim müteferrikaları ve dergâh-ı muallâm çavuşları kendi hallerinde olmayub muttasıl medhali olmadığı mesâlih-i Müslimîne karışub i‘vân ve ensârıyla gâh beğlerbeği dîvânına ve gâh mahkemeye varub hakk hususları batırub icrâ-yı ahkâm Şer‘iyye’ye mâni‘ ve zulm ü ta‘addîleri yevmen fe yevmen ziyâde olub fukarâya zulümleri bu mertebeye varmış ki, Müselmanların kızlarını anların marifeti olmayınca ahar kimesneye nikâh etmeğe kâdir olmadıkları mesâmi‘-i aliyye-i husrevâneme ilkâ’ olundu. İmdî, bu makûle zâlimleri ve bedbahtları himâye etmeyüb her kime tâbi‘ olursa olsun isimleri ve resimleri ve şöhretleriyle yazub mu‘accelen südde-i sa’âdetime arz eyleyesiz ve vâki‘ olan zulm ü ta‘addîlerin müfredâtıyla defter eyleyüb imzalayub ve mühürleyüb bile gönderesiz ki, aslâ mecal verilmeyüb muhkem ve müntehâ haklarından geline ve bu husûs dahî ehemm-i mühimmâtdandur; ihmâl ve müsâleheden ziyâde ihtirâz üzere olalar. Tâ vilâyet âsûde olmalarına kemâl mertebe takayyüd-i şerîfim olduğu ecilden tebdil-i sûret ile her diyara mutemedün aleyh ve nafizü’l-kavl kullarım ve kapucularım göndersem hufyeten yoklasam gerekdir. Şöyle ki, bu mezkûr olan münkirât münhâ olmayub ‘ademi ihtimamınız ile âteş-i zulm müşte’il olub reaya ve fukara kemâkân sûzân ü giryan olalar, ol zâlimlere olacak siyâsetden size dahi ziyâde olub enva‘-ı hakârete mazhar olursuz. Gafil olmayasız ki, hakimlersiz, a‘yân-ı vilâyet ve sükkân-ı memleketde hâzır ve mevcud cem‘ idüb bu adâletnâme-i hümâyûnumu muvâcehelerinde kıraat edüb fehva-yı rahat ihtivası tamam malumları oldukdan sonra siz ki kadılarsız, bir ehil kâtibe sicill-i mahfûza olandan aharına değin tarihiyle nakl itdiresiz ki, re‘âya ve berayâ ve e‘âlî ve esâfîlden her kim gelüb suretin taleb iderlerse mahkeme kâtibine bir sûrete ellişer akçaya sahihce yazdırub ve siz akçaların almayub hasbî imza idüb ellerine viresiz ki, lazım olduğu yerlerde ibrâz edeler; ve şeref-i selatînden biri dahi sikke-i hümâyûnumdur. Ol diyarda altun ve guruş rayîcimiş. İmdi emr-i şerifim mucibince min-ba‘d her diyarda filori yüz on sekiz akçaya ve guruş altmış sekiz akçaya bey‘ ü şira edile. Ziyâde ile bey‘ ü şira idenleri tutub Dersaadetime gönderesiz ki, ber-vech-i te’bîd küreğe virile. Ve Osmanî akça dahi sekizi bir dirhem olmak üzere râyic olub kallâblar var ise muktezâ-yi Şer‘-i kavîm üzere haklarından gelesiz. Şöyle bilesiz, alâmet-i şerife itimad kılasız. Tahrîren fi-evâil-i şehr-i Rebiü’lâhir, li-sene erba‘a ve elf.
Be-makam-ı Konstantiniye el-mahmiyye.

Ek: 2
Padişahlık Resmin Beyan Eder
Ey oğul! Reva görme ki kimse senin buyruğuna hor nazar ede ki, buyruğunu horlayan seni horlamış olur. Zira ki padişahın âlem halkına rahatı, hükmü geçtiğinledir. Çünki hükmü geçmeye, ol dahi sipahi gibidir. Zira ki padişah dahi sûrette heman raiyyetle beraberdir. Amma fark padişah ve sipahi ve raiyyet arasında oldur ki, padişah hâkimdir ve anlar mahkûm. Çün hâkim hükmün geçirmeye mahkûmdan, arada nizam bozulur ve hürmet kalmaz.
Hikâyet: Bilmiş ol ey oğul, Sultan Mesud ibn Sultan Mahmud, saltanat tahtında karar kılıp oturduğunda, bahadırlık ve erlik erdemin eyi bildi. Amma memleket ne ile kâyim durur, ol tarikayı bilemedi. Cemi beyliğinde hûb karavaşlarla işreti ihtiyar etti. Can ve baş ve mülkü ol hevâda hebâ etti. Şöyle ki gece ve gündüz bu işe meşgul olduğun gördüler; çeri halkı ve âmiller bildiler ki buna beylik kaygısı yok,
buyruğun basmak ardınca oldular. Her birisi başına bir hâkim oldu. Sipahiler raiyyet üzerine korkusuz zulmetmeğe başladılar. Gazne mülkünde bir ameldârı bir avrata zulmedip nesnesin almış. Bir gün ol avrat Ribat-ı Ferave’den Gazne’ye geldi. Kendi iniltisini Sultan Mesud’a arzeyledi ve dâd diledi. Sultan Mesud biti verdi ve âmile gönderdi. Avrat nâmeyi aldı, âile getirdi. Âmil itibar etmedi, biti buyruğu ile amel eylemedi. Ve ayıttı ki: “bu bir karı avrattır, bir kez dahi Gazne’ye kaçan varır” dedi fâriğ oldu. Avrat miskin yine Gazne’ye geldi, sultan katına vardı ve dâd diledi. Sultan yine ana biti buyurdu. Karıcık ayıttı: - Ben ol bitiyi âna bir kez ilettim, ol bitinizle amel etmedi. Sultan ayıttı: - Benden biti vermektir, eğer bitimle amel etmeyeler, nice etmek gerek? Karıcık ayıttı: - Tedbir oldur ki beyliği hükmün geçtiği yere değin edesin. Hükmün geçmeyen yeri elinden ko; ta ki bir kimse tutsun ki hükmün geçirir ola. Ve hem sen dahi dâyim işret gözle, zevkinde ol. Hak teâlanın kulları zulüm belâsında giriftar olsunlar, yarın Tanrı’ya ne cevap vereceksin? dedi.
Sultan Mesud ol karının sözünden katı hâcil oldu, utandı. Tez buyurdu, ol karıya dâd verdiler ve ol ameldârı Ribat kapısında asakodular.
İmdi, bir padişahın ki, ilinde hükmü revan olmaya, ol padişahlığa lâyık değildir. Alemin nizamı hükmü geçtiği iledir. Pes hüküm geçmek siyâsetsiz olmaz. Eyle olsa siyâset göstermekde taksirlik göstermemek gerek, tâ ki nizam-ı âlem bozulmaya.50

50 Keykâvus, Kabusnâme, Haz. Orhan Şaik Gökyay, İstanbul: Kabalcı, 2006, s 224-227.
KİTABİYAT
Unat, Faik Reşid. Haz. Abdi Tarihi, Ankara: TTK, 1999.
ARI, Bülent, Teyfur Erdoğdu. “Anadolu’da Asayiş’in Tarihi”, İstanbul: Tarihte Türk Polis Teşkilatı Sempozyumu, Bildiriler Kitabı, Ankara, 2013.
Arı, Bülent, Selim Aslantaş. (ed.), Adalet Kitabı, İstanbul: Yeditepe, 2015.
Barkan, Ömer Lütfi. “Türkiye’de Servaj Var mı İdi?”, Belleten, Sayı 78, Cilt: XX (1956 Nisan), 237-246. Bayır, Önder. Haz. IV. Murad’ın Hatt-ı Hümayunları, İstanbul: Çamlıca, 2015.
Beydilli, Kemal. İstanbul’da İmamlar ve Bir İmamın Günlüğü, İstanbul: TATAV, 2001.
Ergenç, Özer. “Osmanlı Şehrindeki “Mahalle”nin İşlev ve Nitelikleri Üzerine”, Osmanlı Araştırmaları, IV, (İstanbul: 1984), 69-78.
Hezarfen Hüseyin Efendi. Telhisü’l-Beyan fi Kavânin-i Al-i Osman, Ankara: TTK, 1998.
İnalcık, Halil. “Adaletnâmeler”, Belgeler, II, (1965).
İnalcık, Halil. “Osmanlı Hukukuna Giriş”, AÜ SBF Dergisi, XIII (1958), 102-126. İnalcık, Halil. “Köy Köylü ve İmparatorluk”, V. Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi, Tebliğler, M.Ü. Türkiyat Araştırma ve Uygulama Merkezi, İstanbul, 21-25 Ağustos 1989, Ankara: TTK, 1990, 1-11. İnalcık, Halil. “Osmanlılarda Raiyyet Rüsûmu”, Belleten, C XXIII, (1959) 575-610. --------. “Kanun and the Shariah”, Shariah Ummah and Khilafah ed. Yusuf Abbas Hashmi, Karachi, 1987, s 1-13. --------. “Osmanlı Hukukuna Giriş: Örfi Sultani Hukuk ve Fatih’in Kanunları”, AÜ SBF Dergisi, C XIII (1958), 102-126. --------. “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1700”, Archivum Ottomanicum, VI, 1980, s 283-337. İstanbul Ahkam Defterleri, İstanbul’da Sosyal Hayat, c. 2, İstanbul: İBB, 1998. Karal, Enver Ziya. Haz., Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları, Ankara: TTK, 1988. Kastamonu Jurnal Defteri II, Haz. İ. Hakkı Aksoyak, Ankara: Devlet Arşivleri, 2006.
Keykâvus, Kabusnâme, Haz. Orhan Şaik Gökyay, İstanbul: Kabalcı, 2006.
Koçu, Reşad Ekrem. “Bostancıbaşı Defterleri”, İstanbul Enstitüsü Mecmuası, IV (1958), 39-40.
Konya Şer’iye Sicili, No: 10, (1070-71/1659-61), Haz. İzzet Sak, Konya: Konya Kültür AŞ, 2014.
Mordtmann, Andreas David. İstanbul ve Yeni Osmanlılar, İstanbul: Pera, 2004.
Reinhold Lubenau Seyahatnamesi, Osmanlı Ülkesinde, 1587-1589, Tercüme: Türkis Noyan, 1. Cilt, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2012.
Sarıcaoğlu, Fikret. Sultan I. Abdülhamid (1774-1789), İstanbul: TATAV, 2001.
Selânikî Mustafa Efendi, Tarih-i Selânikî, Haz: Mehmet İpşirli, c 1, İstanbul: İ.Ü. Ed. Fak., 1989.
Şemdanizade Fındıklılı Süleyman Efendi, Mür’i’t-Tevarih, Haz. Münir Aktepe, c II A İstanbul, 1978.
Uluçay, Çağatay. XVII. Asırda Saruhan’da Eşkıyalık, İstanbul, 1941.

Yorumlar

Yorum Yap

Top